Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
Abdülhakîm Efendi Hazretlerinin Evine İlk Gitmesi Ve İdrîs Köşkü
Mübarek Hocamız her zaman sohbetlerinde, dünyanın geçiciliğini ve kötülüğünü, dünyanın sevilmeyeceğini anlatırlar, dünya sevgisinin, ve haramların kalbe girmesinin kötülüğünü anlatırlardı. Hatta birgün bu konuyu anlatırlarken; “Vücûdüne ve ademine, sevinmeğe ve üzülmeğe değmez” buyurmuşlardı. Dünya hayatının çok kısa olduğunu, iki yokluk arasındaki kısacık varlığa kıymet verilmeyeceğini, kısa olan bu ömürde daima ahirete yarar işler yapmak lazım olduğunu ve insan ömrünün en kıymetli sermayesinin, Allahü tealanın sevgili kullarını sevmek, Allahü tealanın sevmediklerini de sevmemek olduğunu anlatırlardı. Talebelerine, ahiret işlerini dünya işi gibi değil; dünya işlerini dahi ahiret işi olacak şekilde niyyet edilmesinin ehemmiyyetini anlatırlardı. Son nefesde iman ile ölmenin, hubbu fillah-buğdu fillah ile mümkün olabileceğini her zaman anlatırlar, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğin ehemmiyyetini talebelerinin kalblerine nakş ederlerdi. Bu mes’elede, birgün buyurmuşlardı ki; “Eskiden dünyanın sevilecek tarafı vardı, âlimler, evliyalar vardı, onların sohbetleri vardı. Onun için dünyayı sevmemek daha zordu. Şimdi o âlimler, evliyalar yok, onun için dünyanın sevilecek tarafı da kalmadı. Şimdi dünyayı sevmemek daha kolay”. Yani, insanın dünyaya ne için geldiğini ve yaşamaktan maksat ne olduğunu öğretirlerdi. Talebelerinin kalblerine, Allahü tealanın sevgili kullarının muhabbeti, sevgisi, hiç farkında olmadan kendiliğinden nakış nakış işlenir, sanki mermere yazılan yazı gibi, silinmezdi. Talebeleri, mübarek Hocamızı bir an görebilmek için herşeyi feda edebilecek durumda olurlardı. Onun için kandil, bayram gibi, Hocamızı görmek imkanı olan fırsatlar, dünya hayatından değil de Cennet hayatından olan zamanlar gibi olurdu. Velhasıl, bunlar aslında yazmakla, anlatmakla anlaşılan şeyler değil, bunlar o halleri yaşamakla anlaşılacak şeylerdir. Bazı şeyler anlatmakla anlaşılmaz, yaşamak lazımdır. Kavun – karpuz tatlıdır ama anlatılamaz, tatmak lazımdır. Bu tür zevkler de yaşanmadan anlaşılmaz, belki biraz tarif edilmiş olur.
1998 senesinin Ekim ayının yirmidördünde Regâib kandili vesîlesi ile, Yalova’daki se’âdethânelerine, kandil ziyâreti için gitdiğimizde, huzûrlarına kabûl edilmekle şereflenmişdik. O gün Hocamız buyurdular ki; Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki nûr, birbirine aks eder, te’sîr eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği velî bir kulu varsa, onun kalbindeki nûr, lamba gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri yoksa, büyüklerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, O zâtın yanlarında olması, hattâ diri olması şart değildir. Vefât etmiş olsa da, Onun muhabbeti, feyz almağa sebeb olur. O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük müjdedir. İşte ben, böyle büyük bir zât ile Eyyûb câmi’inde karşılaşdım. Hattâ dahâ evveliyyâtı var. Bir gün Bâyezîd câmi’ine girdiğimde, tesâdüfen gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi. Fekat derse yetişecekdim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günü Eyyûb Sultânda va’z etdiğini öğrendim. O zemân ta’til Pazar değil, Cum’a günü idi. Süleymâniyye’de Bekir Ağa bölüğü denilen yerde kalıyordum. Cum’a nemâzına Eyyûb câmi’ine geldim, hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok zevk aldım. Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum, “Küçük Efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezârlığın arasında, arada bir gel de, sohbet ederiz.” diye bir ses işitdim. İlk görüşde “Seni sevdim.” dedi. Büyük bir zâtın kalbine girmek için, senelerce hizmet etmek ve sevgisini kazanmak lâzım. Bana ilk görüşde, “Seni sevdim.” dedi.
“Küçük Efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezârlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” buyurarak da’vet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Da’vet etmeseydi gidemezdim. O zemân Cum’a günleri ta’til idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabrsızlıkla bekledim. Cum’a günü olunca, heyecânla evine gitdim. Bağçe kapısından girince, tam karşıdaki kabrlerin üstünde bir köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim. İdrîs köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm hân yapdırmış. Altı türbe, üstü köşk idi. Kapıdan girince hemen karşıda idi. O köşk, çok güzel bir yerde idi. Oradan Halic görünürdü. Sonradan onu yıkdılar, kabrlerin üstüne çatı yapdılar. O köşke ilk ve son def’a girmiş oldum. Sonraki gitdiğimde köşk yokdu. O gün gittiğimde, Abdülhakîm efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu. Önünde bir rahle vardı. Kayınpeder Ziyâ beğ de hemen önünde diz çöküp oturmuş, rahledeki kitâbdan okuyor, Efendi hazretleri de, Ziyâ beğin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. O zemân Ziyâ beği de tanımıyordum tabi’î. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalık idi, her yer dolu idi. Zâten edebimden içeriye giremedim, utandım. Kapının dış tarafına, sofaya oturup dinliyordum. Biraz sonra, henüz bir dakîka geçmeden Efendi hazretleri başını kaldırdı, beni gördü. “Küçük Efendi, sen buraya gel.” diye beni yanına çağırdı. Ayaklarının dibinde bir kişilik boşluk vardı. Beni oraya oturtdu. Edebimden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. Biz bütün kazandıklarımızı edebimiz sâyesinde kazandık. O gün gitmeğe başladım, hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, onsekiz yaşında genç idim. Elhamdülillah dahâ ilk görüşde teveccüh etdi. Teveccüh demek, sevmek demekdir.
Fî emanillah
Bir zemânlar sohbetine erdiğim,
mübârek yüzîle, şereflendiğim,
güzeller güzelin, seyreylediğim,
bu fânî dünyâda, olagelmişdir.
Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,
ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.
Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,
derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.
Son bir def’a bakayım, o hüsn-i cemâline,
bir nazarın değişmem, bütün dünyâ mâline,
İster gülsün gâfiller, bu âşıkın hâline,
bundan böyle neş’e ve sürûrlara elvedâ’!
Hasret kaldım, hep karardım, oldum nûrumdan cüdâ,
feyz kaynağım, el-vedâ’, âh el-vedâ’, âh el-vedâ’