Enver abim buyurdular ki;
– Bu böyle olmaz. Bu vakitler, tam müşterinin yoğun olduğu vakitlerdir.
Daha, benim bir şey konuşmama fırsat tanımadan, devam ediyor sözlerine:
– Şimdi sana kesin olarak söylüyorum. Ya nemâzı terk edeceksin ya işini. Kararını bekliyorum… Bu ne müthiş bir tavır? Bu ne müthiş bir soru? Bu ne müthiş bir ceza böyle? Kanım çekildi desem yeridir o an için. Şoke oldum. Karşımda cevap bekleyen bu mağrur çehreye, rızık endişesinden dolayı tenezzül mü etsem, yoksa yegane kuvvet ve kudret sahibi yüce Rabbimin sonsuz rahmetine tevekkül mü etsem? Saniyeler, yıl gibi geldi bana. Ama bir anlık tereddüt bile göstermeden, gayet vakur ve kibar tavrımı bozmadan kesin bir şekilde cevap verdim kendisine:
– İşimi, terk ediyorum.
Az önce bana soru soran ve benden cevap bekleyen iki dudağın altta olanı, kesin kararım karşısında hayret ve şaşkınlıkla bükülürken, mağrur çehresi, bu âni kat’i karar karşısında dondu kaldı. Neden sonra toparlanıp bir iki laf söyleyecek gibi oldu ama, artık o andan itibaren onun emrinde değildim. Ardıma bakmadan terk ettim Bankalar Caddesinde bulunan o zamanki eczaneyi. Dışarı çıktığımda, serin rüzgar, alev alev yanan çehremi teselli etmek istercesine yokluyor ve “Hiç üzülme. En doğru olanı yaptın. Allah kendine güvenenleri zelil etmez!” diyordu sanki. Melul, mahzun, evime gidiyordum ama, beni dört gözle bekleyen canım anneciğim, eğer bu acı hadiseyi öğrenirse, çok üzülecek, bana bir şey demese de kahrolacaktı. Bir çare bulmalıydım ama ne? Beni, sadece beş dakika vakit ayırıp da Rabbime olan kulluk borcumu îfâ ediyorum diye, hesaba çeken, “Ya nemâz, ya iş?” diyen eczaneden, “Nemâz”ı tercih ederek gönül rahatlığıyla ayrıldım ama, anneciğimin üzülmesini de istemiyorum.