Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer….
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
………. …
2008 senesi, Temmuz ayının 12′ si …
Enver abim, Huzur Pınarı’na hizmet eden dava arkadaşlarımı görmek istiyorum, Güzelşehir’e getir, buyurdular. Yatsıdan sonra çok tatlı bir sohbet oldu….
O gün Enver abiler buyurdular ki;
Bir mübarek zât buyurmuş ki; Ahirette kiminle beraber olmak istiyorsanız, dünyada onunla beraber olun. İnşaallah bu fotoğraflar melekler tarafından şu anda çekiliyor. Ahirette hep beraber oluruz. Allahü teala hepimize din ve dünya seadetleri versin. Büyüklerin âdeti, talebelerini evlatlarından çok sevmektir. Bir muharebe yapıldı, Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” bu muharebeye hem oğlu Abdullah’ı hem de Zeyd’i beraber gönderdi. Harp kazanıldı, ganimetler alındı. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” ganimetleri dağıtırken, Üsame’ye dört altın, oğlu Abdullah’a üç altın verdi. Abdullah; baba, sen âdil bir emirsin, âdil bir halifesin. Neden bana az verdin demiyorum; ama neden ona dört tane, bana üç tane verdin? Sadece öğrenmek istedim, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” buyurdu ki; Sen de biliyorsun, ben de biliyorum ki; cenab-ı Peygamber “aleyhissalatü vesselam” Zeyd’i benden çok seviyordu. Mübarek Hocamız buyurmuşlardı ki; Allahü teala Kur’an-ı kerimde Eshab-ı kiramdan sadece bir zâtın ismini, ismen zikr etmiştir. O da Zeyd’dir “radıyallahü anh”. Dolayısıyla, bize yakışan; sevdiğimizin sevdiğini, kendi evladımızdan daha çok sevmektir. Bunu anlatan zât diyor ki; İnsan üstadını hakikaten seviyorsa, onun evlatlarını, torunlarını, kendi evlatlarından üstün tutar. Çünki, sevgilinin sevgilileridir! Bu sevgi, çok hassas bir noktadır. Mübarekler buyurdular ki; Asıl aşk, Allahü tealaya olan aşktır, müslümana olan aşktır.
Kazakistan’da bulunan Hâce Ahmed Yesevi hazretlerinin çok seveni varmış. Fakat o kadar da düşmanı varmış. O zaman, medrese uleması, talebe okutan çok büyük bir âlim varmış. Birileri toplanmış; efendim, siz burada ilimle uğraşıyorsunuz; fakat Ahmed Yesevi isminde bir zât dini bozmakla uğraşıyor, size burada oturmak yakışır mı, deyip fitne çıkarmış. O zât da, milletin önünde kendisine soracağım; cevap veremeyecek diye, dörtyüz talebesiyle oturmuş, üçbin mesele yazmış. Apar topar gelip, efendim, size soracaklarımız var, demiş. Ahmed Yesevi hazretleri de, tamam sorun; ama önce biraz dinlenin, çay için, yemek yeyin. Yarın istediğinizi sorarsınız demiş. Sonra, bütün millete haber verilmiş. Ertesi gün, iki tane kürsü kurulmuş, kürsünün bir tanesinde şeyh Ahmed Yesevi hazretleri, diğerinde bu âlim zat ve bütün talebeleri, halkın önünde oturmuşlar. Âlim zât, Ahmed Yesevi hazretlerine sual sorup, cevaplarını isteyecekmiş. Arkadaş! git boynunu kılıca vurdur; ama bu büyüklere dokunma! Âlim zat kürsüye çıkıp, benim adım ne, ben şimdi burada ne diyeceğim, demeye başlamış. Bırakın soruları, ismini bile unutmuş. Aklına bir ara, soruları yazdığı defter gelmiş. Defteri bir açmış ki, yazdıklarının hepsi silinmiş. Hatasını anlamış, kürsüden inip şeyh Ahmed Yesevi hazretlerinin ayaklarına kapanmış. Ahmed Yesevi hazretleri, hocam ne oldu, demiş. Ben ne olduğunu biliyorum, Allah aşkına, Allah rızası için, beni tekkenizin köpeği olarak kabul edin, demiş. Talebe olarak değil!… Ahmed Yesevi hazretleri, Estağfirullah, öyle şey olur mu? Yeriniz, makamınız orası, demiş. Beş senede en büyük halifesi ve en mümtaz talebesi olmuş. Öyle gelen, böyle gider.
– devamı haftaya –
Enver abim bizim başımızda hem abimiz, hem babamız, hem hocamız hem rehberimiz, yol göstericimiz, herşeyimizdi.
Hava gibi, ekmek, su gibi her zaman ihtiyaç duyulan bir insandı.
Hayat onunla güzeldi.
Fî emanillah.