Ağlasın, kan ağlasın her müslimân!
Çünki, seyyid Abdülhakîm terk etdi cân,
Âlim-ü âmil, veliyy-i kâmil idi,
Zâtına mevdu’ idi sırr-ı nihân.
Kaldılar birden yetîm-ü bî nevâ,
Hem islâmiyyet, hem hakîkat bîgümân.
Gördü amma ki, inanmaz gözlerim,
Oldu mu cidden, ol hazret kün fekân?
Şevk ile raks eyledi yer, bir gece,
Ertesi gün, etdi derâguş hemân.
Hayf kim, Hurşîdimiz etdi gurûb
Bir ferîd-i asr idi ol, bî gümân!
Olmuş idi, son zemânda çok elîm,
Derd ile âlâma, bir seng-i nişan.
Âlem-i islâm için, bu cidden mühim,
Bir musîbetdir, ey gönül kan ağla, kan!
Rûh-i bâkisinden istimdâd edip,
Söyledim târîhini nâ gehân,
“Hayl” çıkdı, kaldı bi ser-i râhdan.
Mâtem-i islâma ağlar âsumân…
ALTIN HALKA 35 – 11
Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:
Abdülhakîm Efendi “kuddise sirruh” hazretleri buyurdular ki: “Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner.”
Bir gün bana; “Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver.” buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. “Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?” buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. “Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?” buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; “Biz, boşuna emek vermeyiz.” buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; “Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim.” dedim. “Demek ki, farklılık istidadlarından, kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim.” dedim.
-devamı var-
Evliyâlar Ansiklopedisi