Birgün mürîdleri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden “kuddise sirruh” kerâmet istemişlerdi. Buyurdular ki: ” Bizim kerâmetimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük keramet mi olur?..”
Ardından, tasavvufta mühim olan hususun kerâmet değil istikâmet olduğunu bir kere daha hatırlatarak şöyle buyurdular: ” Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip: “Ey Allah’ın velîsi merhabâ!” diye seslendiğini duysa, zâhiren de bâtınen de bu sese aslâ iltifât etmemeli! Bilâkis, kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyâdeleşmelidir.”
Bunun üzerine bazı müridleri: “- Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler. O büyük tevâzû âbidesi: ” O müşâhede ettikleriniz, mürîdlerimin kerâmetleridir.” buyurdu. Çünki, o öyle bir mahfiyet (hâlini gizleme) içerisindeydi ki, hayatta iken söz ve kerâmetlerini yazmak isteyen mürîdi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’a müsâade etmemişti.