Ben o zamanlar henüz çocuktum. Fakat köylülerin konuştukları bugünkü gibi kulaklarımda. Köylüler, şurada burada: “Bizim hocalar din dersi okuttukları için köy basılacakmış… Hocaları süreceklermiş” gibi meraklı, meraklı konuşuyorlar. Bu konuşmalar o zaman benim çocuk kalbimde bir sızı bir korku doğurmuştu.
Yıl 1935. CHP idaresinin en sorumsuz günlerindeyiz. Türk milletinin mukadderatı bir oligarşinin elinde, Milli mücadeleyi yapan ruh afaroz edilmiş. Din düşmanlığı almış yürümüş. Evler ansızın polis ve jandarmalar tarafından basılıyor. Kim arar, kim sorar!.. Allahü ekber diyenler, Allah’ın adını ağızlarına alanlar doğru zindanları boyluyorlar. Her hafta bir imansızlık fırtınası esmekte. Her yeri kasıp kavuran bu hoyrat rüzgâr, Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Simav’a ve ona bağlı “Çit” köyüne kadar sokuluyor. Çit Köyü bizim köyümüz… Köyümüzün iki hocası var. Bunlardan biri benim babam, diğeri Telci Hoca namıyla maruf birisi…
Ben o zamanlar henüz çocuktum. Fakat, köylülerin konuştukları bugünkü gibi kulaklarımda. Köylüler şurada burada: “Bizim hocalar din dersi okuttukları için köy basılacakmış… Hocaları süreceklermiş” gibi meraklı meraklı konuşuyorlar. Bu konuşmalar o zaman benim çocuk kalbimde bir sızı, bir korku doğurmuştu. Kim basacakmış? Neden? Niçin? gibi sorulara küçücük aklım cevap veremiyordu. Korkuyordum; çok korkuyordum. ‘Evimizin kapısını çalan olsa yerimden kalkıyor “Ha geldiler, ha geliyorlar, gelecekler” gibi korkular içinde çırpınıyordum.
Nihayet korktuğum başıma geldi. Bir sabahtı!” Bu uğursuz sabahı iyi hatırlıyorum. Babam, sabah namazından henüz dönmüştü. Her zamanki gibi sarığı başındaydı, nurlu yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bana, kardeşime “kalkın namazlarınızı kılın; ondan sonra gelin, derslerinizi okuyun” ‘diyordu. Ben hemen yatağımdan doğruldum, arkamdan kardeşim kalktı. Abdestlerimizi alıyoruz. Gün doğmadan namazlarımızı kılmak için adeta birbirimizle yarış ediyoruz. Namazlarımızı kıldık. Babamın mütâlaa ve okuma odasına geçtik. Ben o zaman elif cüzünü okuyordum. Benden büyük kardeşlerimden biri Kur’ana başlamış, diğeri ondan biraz daha ileri vaziyette idi.
Hemen babamızın etrafını alıyoruz. O gün içimde okumaya karşı doyulmaz bir aşk var. Bizi, yerleri, gökleri yaratan Ulu Allah’ın emirlerine, bu emirleri bize tekrar eden babamin nurlu yüzüne baktıkça kendimi bambaşka bir âlemde hissediyorum. Babam, ortamızda bize ışıklar saçan bir güneş, biz de onun etrafında yıldızlar gibiyiz. Anam odanın bir köşesinde, bizi sevgiden memnuniyetten gelen bir huzur içinde seyrediyor. Açık pencerelerden odaya tatlı, hafıf bir bahar havası giriyor. Bir memleket rüzgârı esiyor. Elimdeki elif cüzünü titretiyor. Kur’an sesi, bahar havası, babam, anam, kardeşlerim… Küçücük sakin-asude bir köy evi… Bir köy ailesi.
Bir bahar sabahı…. Ders aldığımız odanın pencereleri, Müslüman Türk ailesi. Babam ara sıra dersi kesiyor, bize dinî ahlâkî öğütler veriyor. Bu öğütleri biz üç kardeş âdeta su gibi içiyoruz. Kardeşlerim derslerini bitirmişler, okumak sırası bana gelmişti ki, bir anda odanın kapısı gürültü ile açıldı. Boğuk boğuk ve hoyrat bir ses:
– Kıpırdama!..
Bu, Kazamızın jandarma kumandanı Rıza Çavuş’un sesiydi. Rıza Çavuş önde elinde tabanca, arkasında silahlı jandarmalar yanında da bir köy muhtarı. Sanki bir eşkıya evine giriyorlar, bir caniler, katiller, hırsızlar şebekesine baskın yapıyorlardı. Tabancalar, silahlar, jandarmalar. Karakol kumandanı çavuş hemen eğildi; elimdeki elif cüzünü kaldırıp cebine soktu. Ben, kanatları kırılmış, kalbinden vurulmuş yaralı bir kuş gibi çırpınıyordum. Elimde Allah’ın kitabı, dilimde “insanları seviniz kimseye fenalık etmeyiniz! Allah zulmedenleri sevmez” kelamı vardı. Çavuş, kitabı aldıktan sonra babama döndü:
“Sen bunların okutulmasının yasak olduğunu bilmiyor musun, sen kanuna karşı geliyorsun ha!.” diye bas bas bağırıyordu. Bir aralık durdu. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi birden kükredi. Babamın başındaki sarığı görmüştü… Tuttu, o kar gibi beyaz temiz sarığı yerlere çaldı. Adam gittikçe, kuduruyor. Kıracak, dökecek boğacak bir şey arıyordu. Zavallı babam başı önüne düşmüş. Gözleri nemli susuyor, susuyordu.
Biraz evvel bahar rüzgârları Kur’an sesleriyle dolu olan bu küçücük aile yuvası, şimdi düşman baskınına uğramış gibi tarümar olmuş. Feryatlar, figanlar her yeri kaplamıştı. Rıza çavuş tekrar haykırdı. Babamın kitaplarını göstererek, emrindeki jandarmalara “toplayın şu kitapları” dedi. Kitapları çuvallara ‘ doldurdular. Bir emir daha “Şu herifin bileklerine kelepçe vurun!” Emir hemen yerine getirildi. Babam, günde en az beş defa yıkanan o temiz, o nurlu ellerini kurbanlık kuzuların boynunu bıçağa uzatırcasına” sessizce uzattı. Kalın kıllı parmaklar babamın bileklerine kirli paslı soğuk demiri, kelepçeyi taktılar. Babamı dogru köy odasına götürdüler. Baktık diğer hoca da aynı akıbete uğramıştı. Onun da bileklerinde demir kelepçeler vardı. Köy alt üst oldu. Feryat figan… Bu vatan, bu köy, düşman istilasını da görmüştü. Hatta düşmanlar bütün köyü yakmışlardı!..
Fakat onlar düşmandı. Bu gelenler kimlerdi? Bu gidenler kimlerdi? Babalarımız değil mi? Bir gaziler, şehitler mücadelesi oian milli mücadele. Kuvayı Milliye ruhu şimdi jandarmalara teslim edilmiş zincirlere vurulmuştu. Dedem Kafkaslarda şehit olmuş, amcam Çanakkale’de. Babam da Balkan ve Çanakkale muharebelerinde yaralar almıştı. Her Türk ailesi gibi biz de soyca gazi ve şehittik. Düşman köyümüzü, evimizi yakmıştı. Bunlar canevimizi yakıyor. Kitabımızı yakıyorlardı. Gidenler nereye gidiyorlardı, nereye?…”Asılmaya, asılmaya” diyorduk. Bütün köy halkı, gözyaşlarıyla jandarmaların önünde itile kakıla elleri demir kelepçeli babalarımızı gözden kayboluncaya kadar takip ettik! Gittiler gittiler. Gözden kayboldular. Biz öksüz ve yetim kalmıştık. Tıpkı öksüz ve garip Anadolu gibi…
Köyün canı, ruhu sanki onlardı. Onlar gitti. Köy öldü.