Geçen sene bugün (26.10.2016) yayınlanan mailimizdir.
Değiştirmeden aynısını tekrarlıyoruz efendim.
Değiştirmeden aynısını tekrarlıyoruz efendim.
CİHÂNI TENVÎR EDEN EN SON NÛRA
ELVEDÂ’
EN DERİN SEVGİLERLE, AZÎZ YÂRA
ELVEDÂ’!
İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli.
HÜSEYN HİLMİ IŞIK efendi
rahmetullahi teâlâ aleyh
————
Allahü teala şefaatine kavuştursun inşallah.
Bir âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir…
Bir 26 Ekim’in ardından….
UNUTMAYALIM Kİ, UNUTULMAYALIM.
Unutmazsak, unutmazlar… hatırlarsak, hatırlarlar inşallah.
26 Ekim 2001… sabaha karşı, binlerce seveninin hastane bahcesinde başlayan sessiz çığlıklarından hasıl olan gözyaşları, Eyüb Sultan’da namazda ve kabristanda da, sel gibi akdı, akdı, akdı…. hâlâ durmadı.
16 sene evvel 26 Ekim’de, üzerimizde en büyük hakkı olan muhterem ve mübarek hocamız vefat etmişti. 16 sene geçti unutulmadı, unutulmayacak ve unutulmamalı da.
Âşıkları, Cennet bahcesi olan kabrini ziyaret ederek bir nebze ferahlamakta, eski hâtırâları hatırlamakta, kalbden kalbe konuşarak rahatlamağa çalışmaktadır…
Zaten insanın üç türlü babası vardır, en mühimi; dîn’i öğrendiği hocasıdır… yani insanın hocası babası gibidir, hattâ daha da önemlidir.. Hoca hakkı çok mühimdir, unutulmamalıdır…… hergün manevî hediyelerini göndermelidir. Her atılan adımda, her yapılan işte, her an hatırlayıp, hocam bundan razı olur mu demelidir ki; kendimizi kontrol edebilelim,… zîrâ insan başı boş değildir.
Işık olmazsa göz görmezmiş, karanlık ve tehlikeli tuzaklarla dolu olan ahiret yolculuğunda bu tuzakları bilen bir mübarek zât elimizden tutmazsa, bir ışık olmazsa, bu meşakkatli, karanlık, tehlikelerle dolu yolculukta yürüyebilmemiz imkansızdır. Allahü teala kime Işık nasib ederse çok şükretmesi lazımdır.
Eğer Peygamber efendimiz aleyhissalatü vesselam gelmeseydi, hiç kimse Allahü tealayı tanıyamazdı. Onun için bu şans, çok büyük bir nimettir. İmam-ı Rabbani hazretleri kuddise sirruh, buyuruyorlar ki; Bu dünyada Allahü tealanın bir kuluna en büyük nimeti, bir dostunu ona tanıtmasıdır. İmanımızı, ihlasımızı, her şeyi onlara borçluyuz. Her şeyin hakkı ödenebilse de hocanın hakkı ödenemez. Elimizden geldiği kadar okumak, ruhlarına hediye etmek, onların gıyabında ve huzurunda, her hususta teşekkür etmek mecburiyetindeyiz. Çünki hadis-i şerifde buyuruluyor ki; Eğer birisi size bir iyilik yaparsa, siz de teşekkür etmezseniz, Allahü tealaya şükretmiş olamazsınız. Ehl-i sünnet itikadı çok zor elde edilir. Böyle bir zatın bize ehl-i sünnet itikadını öğretmesi ele geçmez bir hazinedir ve en büyük seadettir.
İnsanın vücudunda en kıymetli organ kalptir. Bizim dinimizin esası; kalbi hastalıktan kurtarmaktır. Çünki kalbi hasta yapan, insanın içinde bir düşman vardır. Hem Allahü tealaya düşman, hem de kalbe düşmandır. O da insanın nefsidir. Nefse karşı bir panzehir lazımdır. Bu panzehir, bu büyük zatların kendileri veya eserleridir. Eser deyince; hem kitapları hem de talebeleridir. O zatlardan birine rastlayan kurtulur. Onun için insan dünyada beraber olduğu kişiyle haşr olunacaktır. Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir. Çünki insan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle diriltilir. Kimlerle berabersek, ahirette de onlarla beraber olacağız. Çünki Peygamber efendimiz buyuruyor ki; El mer’ü mea men ehabbe. Dünyada birbirini sevenler ahiretde beraber olurlar.
Mübarek Hocamızı ilk tanıdığımda, (1969 senesi) çocuk yaşlarda orta mekteb talebesi idim. Işık kitabevinde ellerini öptüğümde “sen Kur’an-ı kerim okumasını biliyormusun” buyurmuşlardı…
Dünyaya hiç rağbet etmezlerdi, mübarek kalblerinde dünyaya aid hiçbirşey yoktu. Kendilerine bir sual sorulduğunda, sual soranın dünyasını değil, ahiretini düşünerek cevab verirlerdi. Dünyanın geçici olduğunu, hayatın hayal olduğunu her zaman hatırlatırlardı. “Hayat hayaldir” sözünü her zaman kendilerinden işitirdik.
İlim öğrenmeğe, öğretmeğe ve boş vakt geçirmemeğe çok ehemmiyet verirlerdi. “İlim öğrenmek kadın-erkek herkese farzdır” ve “Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alâmeti onun mâlâya’nî ile boş şeyler ile vakt geçirmesidir” hadîs-i şeriflerini de her zaman sevdiklerine hatırlatırlardı. Hayatta nasıl muvaffak oldunuz diye sorulduğunda, bir hadis-i şerifi rehber edindim, bugünkü işimi yarına bırakmadım buyurmuşlardı.
Hocası Abdülhakim Arvasi hazretlerini o kadar çok severlerdi ki,… O’ndan anlatmadıkları bir gün olmamıştır. Birisi, hocanızı bu kadar çok seviyorsunuz, siz O’ndan ne öğrendiniz dediğinde; “Birtek şey öğrendim, (kim sevilir, kim sevilmez) bu da bana yetti” buyurmuşlardı.
“İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli” sözü, birçok sevenine düstur olmuştur. Çünki, herkes dünyada iken kimi severse ahiretde onun yanında haşrolacağını bildiren hadîs-i şerifin ehemmiyetini talebelerinin kalblerine çok iyi nakş etmişlerdi. Zâten îmân demek de bu demek değilmiydi..!
Allahü tealanın sevdiklerini Allah rızası için sevmek, Allahü tealanın sevmediklerini de gene Allah rızası için sevmemek… Bu muhabbet bir kula verilmişse, ona verilmeyen ne ki? Bu muhabbet verilmemişse ona verilen ne ki…?
Doksan yıllık ömürleri dolu dolu geçmiş, insanlar yanmasın diye, bir kişi daha dinini öğrensin diye, fevkalade bir gayret sarfetmişler, bu emr-i mâruf vazifesinde sevenlerine numûne olmuşlardı.
Allah adamları görülünce Allahü teala hatırlanır sözü gereğince, yanında bulunanlar sanki dünyadan çıkıp başka bir hayata giderlerdi. (Anlaşılması çok zor) Kendileri ahiretde fakat dünyada aramızda idiler. O kadar farklı idiler ki, O’nun gibi birisinin tekrar dünyaya gelmesi mümkün değildir. Dinden hiç taviz vermezlerdi, herşeyi olduğu gibi söylerlerdi. Dinden olmayan, lüzumsuz bir söz söyledikleri işitilmemiştir. Dünya sıkıntılarına sabrederler, mâni olunmak istenildiğinde de “nefsimize mi, dinimize mi zararı var, dinimize zararı varsa mani olun, nefsimize zararı varsa karışmayın” buyururlardı. O kadar mütevâzî idiler ki; Kendilerinden hiç bahsetmezler ve kendilerinden bahsedilmesini istemezler, her zaman hocası Abdülhakim efendi hazretlerini anlatırlardı. En çok sevdiği bir talebesi “Efendim, sevenleriniz o kadar çok ki, ahiretde sizi aradıkları zaman sizin işiniz nasıl olur, zor olmaz mı” dediğinde, “Efendim, bizim işimiz kolay, Abdülhakim efendi hazretlerinin arkasına saklanırım, sizin aradığınız budur derim” buyurmuşlardı. Talebelerini o kadar çok severlerdi ki, “Allahü teala ahiretde hizmetlerimizden dolayı, bize bir nîmet verirse; Yarabbî ben bu hizmetleri yalnız başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, derim ve hepsini başımın üzerinde taşırım” buyurmuşlardı. Üç çeşit babadan en kıymetlisi, insanın hocasıdır. Talebelerinin hem dünyasını hem ahiretini düşünen tam bir baba idi.
Kalb kırmaktan çok sakınırlar ve kalbin nazargâh-ı ilahî olduğunu, hiç kimsenin kalbini kırmamağı, kalb kırmanın, Kâbeyi yıkmaktan daha büyük günah olduğunu, herkesle iyi geçinmeyi, hiç kimseyle münakaşa dahi etmemeği, fitne çıkarmamağı, kanunlara uymağı talebelerine nasihat ederlerdi.
Hayatlarını (çok kısa olarak) hülâsâ etmek gerekirse, 3 cümle ile mümkündür: Okumak, okutmak ve tatbik etmek. Onları seven onların yolunda olmalıdır. Onların yolunda olmak ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve öğretmektir. Onlar, arının bin türlü çiçekten toplayıp bal yaptığı gibi, o kitapları hazırlayıp önümüze koydular. Bizim de okumamız ve okuduğumuzu birilerine anlatmamız yani bu büyüklerin kitablarını başkalarına da vermemiz lazımdır, ilim mutlaka yayılmalıdır. İlim olmazsa din olmaz. Eğer ecdadımız bizlere öğretmeselerdi, biz şimdi müslüman değildik. Onlar canlarını, mallarını, kanlarını, her şeylerini bizim müslüman olmamız için harcadılar. Her şeylerini feda ettiler. Eshab-ı kiram’dan hiçbiri kendi yatağında vefat etmemiş, ihtiyar ve genç, hepsi gurbet diyarında şehit düşmüşler. Osmanlılar at üstünde dünyanın her yerine ehl-i sünnet itikadını yaydılar. Bizim için uğraştılar. Eğer biz bu hizmeti yapmazsak, bizden sonra gelecek olan nesil, bizden davacı olur. Çünki üzerimizde büyüklerin çok hakkı var. Onlar canla, malla, kanla bizim müslüman olmamız için her şeylerini feda ettiler, bizden de hiçbir şey beklemiyorlar. Bu din anlatmak dinidir. Ahirette hesap sorarlar, bu kadar sana emek verildi sen ne yaptın derler..
1329/1911 senesinde İstanbul’da Eyyüb Sultan’da dünyaya gelmiştir.
Ömrü boyunca arabî ve farisî tercemeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmışdır. Kendi hâzırladığı 62 arabî ve 22 fârisî ve (başta Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye olmak üzere) 14 türkçe ve bunlardan terceme etdirdiği, fransızca, ingilizce, almanca, rusca ve arnavudca ve diğer dillerdeki kitâbların mikdârı yüzden fazladır.
Hayatlarını anlatmak mümkün değildir… Ancak eşsiz hazîne olan eserleri okunursa daha iyi tanımak nasîb olabilir. Zaten bizim yaptığımız anlatmak, övmek değil, belki birkaç söz ile güneşi tarif etmeğe çalışmaktır.
O büyükleri meth etmek için diller kafi değildir, aşk ateşi yürek işi değil, gönül işidir… Bu bulunmaz pınara kabını koyabilenler, dünyada ve ahiretde huzura kavuşurlar.
1 Receb-ül-ferd 1394 ve 21 Temmûz 1974 Pazar günü hazırlamış oldukları Vasıyetnâmeleri şöyledir:
Aklı olan herkes, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşamak, âhirette de, azâbdan kurtulup, sonsuz nîmetlere kavuşmak ister. İşte bunun için, Seâdet-i Ebediyye kitâbımı yazdım. Dünyânın her yerindeki her çeşit insana seâdet yolunu göstermek için uğraştım. Önce, kendim öğrenmek için çok çalıştım. Senelerce, yüzlerle kitâp okudum. Târihi, tasavvufu çok inceledim. Fen bilgileri üzerinde çok düşündüm. İyi anladım ve inandım ki, dünyâda râhata ve âhirette sonsuz iyiliklere kavuşmak için, “Sâlih Müslüman” olmak lâzımdır.
Sâlih olan mümin, Ehl-i sünnet itikâdındadır. Ehl-i sünnet itikâdında olana Sünnî denir. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden Hanefî, Mâlikî, Şâfi’î, Hanbelî’den birine uyar. Böylece, her hareketinde İslamiyete tâbi olur. İbâdetlerini kendi mezhebine göre yapar. Harâmlardan sakınır. Bunlarda bir kusûru olursa, şartlarına uygun tevbe eder. Sâlih Müslüman Cehenneme hiç girmez. Sâlih Müslüman olmak için, din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih değil, Müslüman bile olamaz. Sâlih Müslümanın nasıl olacağını Seâdet-i Ebediyye kitâbımda uzun bildirdim.
Kısacası:
1- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır.
2- Dört mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyarak, din bilgilerini doğru öğrenip, buna uygun ibâdet yapmalı ve harâmlardan sakınmalıdır. Dört mezhebden birinde olmayan veya dört mezhebin kolay yerlerini ayırıp bir araya toplayan, yâni mezhebleri birbirine karıştıran kimseye mezhebsiz denir. Mezhebsiz olan sapık olur.
3- Çalışıp para kazanmalıdır. Dine uygun yolla kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamanda, dînini, nâmûsunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve İslâmiyete hizmet edebilmek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan faydalanmak da lâzımdır. Helâl kazanmak ve cihâd etmek, büyük ibâdettir. Namaza mâni olmayan ve harâm işlemeye sebeb olmayan her kazanç yolu, hayırlıdır, mubârektir.
İbâdetlerin ve dünyâ işlerinin faydalı, mübârek olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah için kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, kısacası, İhlâs sâhibi olmakla olur. İhlâs, yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Allah için sevmektir.
Mürşidi kâmillerden, Allah dostlarından feyz almak isteyenin sâlih Müslüman olması lâzımdır. Ehl-i sünnet itikâdında olmayan, meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan ve dört mezhebden birine uymayan, harâmdan sakınmayan, meselâ zevcesini, kızını açık gezdiren ve çocuklarının İslâm bilgisi, Kur’ân-ı kerîm öğrenmeleri için çalışmayan bir kimse sâlih bir Müslüman olamaz.
Peygamberimiz de sallallahü aleyhi ve sellem, “Benim yolumda ve benden sonra dört halîfemin yolunda olunuz!” buyurdu. Dört halîfenin yolunda olan İslâm âlimlerine “Ehl-i sünnet” denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarında yazılı olduğu gibi imân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor.
Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi olmazsa, o sâlih Müslüman olamaz. Dünyâda ve âhırette râhata ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi, yâ mürşidi kâmillerin kitâplarından okuyarak öğrenilir, yâhut, bir mürşid-i kâmilden görerek elde edilir. Mürşid-i kâmilin sözleri, bakışları ve teveccühleri insanın kalbini de temizler. Kalb temîz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Harâmlar, acı, çirkin ve iğrenç görünürler. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Kıyâmet yaklaştıkça, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, Mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükliyecekler. “Kâtı’ı tarîk-ı ilâhî” yani Hakka giden yolu kesiciler olacaklardır.
Böyle karanlık zamanlarda îmânı ve din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uydurma din kitâblarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır.
Yâ Rabbî! Günâhlarımız büyük ve çok ise de, senin af ve magfiretin de sonsuzdur. Sevdiklerinin hürmetine bizi af ve magfiret eyle! Âmin.
ESERLERİ (Türkce olanlar): 1- Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, 2- Müjdeci Mektûblar Tercemesi, 3- Fâideli Bilgiler, 4- Hak Sözün Vesikaları, 5- Herkese Lâzım Olan Îmân, 6- İslâm Ahlâkı, 7- Eshâb-ı Kirâm, 8- Kıyâmet ve Âhiret, 9- Cevâb Veremedi, 10- Namaz kitabı, 11- İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları, 12- Kıymetsiz Yazılar, 13- Şevâhid-ün Nübüvve tercümesi, 14- Menâkıb-ı Çihâr Yâr-ı Güzin tercümesi.
Bunların dışında, Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca yüzün üzerinde kitabı vardır. Bu kitaplar, Hakikat Kitâbevi tarafından dünyanın her tarafına yayılmaktadır.
Üzerimizde emeği olanlara, hakkı olanlara hem her zaman dua etmeliyiz, hem teşekkür etmeliyiz, ne yapmamız lazımsa onu mutlaka yapmalıyız.
26 Ekim tarihi, benim ve birçok arkadaşımın, çok sevdiklerimin hüzünlü olduğu bir gündür. Çünki dünya ve ahiret, herşeyimizi kendisine borçlu olduğumuz, pekçok ehl-i sünnet müslümanın, üzerinde en büyük emeği olan hocamız Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh efendi hazretleri dünyadan ahirete irtihal etmişti. Sevenleri hergün, her saniye hocalarını unutmamaktadır ve unutmamalıdırlar… Manevi hediyelerini hergün göndermektedirler, teşekkür etmeğe çalışmaktadırlar. Huzur Pınarının muhterem mensublarından ricamız, bu mübarek zâtın ruhuna hiç olmazsa bir fatiha okumanızdır, zîrâ dua edene mi, edilene mi faydası olur belli olmaz…
Yusuf aleyhisselamı pazarda satıyorlarmış, zenginler satın almak için sıraya girmişler. İhtiyar bir kadın, boynuna iplerini asmış, pazarda satıp, ip parası ile Yusuf aleyhisselamı satın almak için yola çıkmış. Ona demişler ki; Bütün servetini vererek satın almak isteyenler varken sen bu iplerle nasıl alırsın… İhtiyar nine demiş ki; “Zaten satın alacak olan 1 kişi, diğer zenginler de alamayacak ki, ben satın almak isteyenler listesine ismimi yazdıracağım, bu bana yeter, listede bunun parası ne kadar diye bakılmayacak, orada ismim olsun yeter”. Süleyman aleyhisselam, sultan olmuş, herkes kıymetli hediyeler getiriyormuş. Bir karınca, hediye olarak çekirge bacağını almış, Süleyman aleyhisselamı ziyarete gidiyor. Bu götürülür mü, doğru dürüst birşey götür, senin bu hediyenin kıymeti olmayacak diyenlere; “Orada benim ne getirdiğime bakmazlar, karınca hediye getirmiş diye listeye yazarlar, benim niyetim listeye girmektir, ismim yazılsın yeter” diyor. Az veya çok demeden mühim olan bu listeye girmek, ismini yazdırmaktır. (İnsanın kendine yaptığı dua kabul olmayabilir, fakat başkasına gıyabında yaptığı dua, muhakkak kabul olur. Hele ki dua ettiği, birşeyler okuyup hediye gönderdiği, Allahü tealanın bir dostu ise, O mübarek zât bu hediyenin altında kalmaz. O zaman dua edene mi edilene mi fayda edeceği, sonra anlaşılır.)
İnşallah biz de vefat edip oraya gittiğimiz zaman bize bir hoş geldin deseler yeter. Çünki gurbette bile bir kimsenin hoş geldin demesi çok mühimdir, o zevki anlatabilmek mümkün değildir. Zîra lisan, adres, yer bilmiyoruz, mahzun bir halde iken sevdiğimiz birisi bizi karşılamış “artık beraberiz” diyor… Bu zevk, bu neşe anlatılabilir mi?… Hele hele ahiret yolculuğunda, Allahü tealanın sevgili bir kulunun karşılaması!… Allahü tealanın sevdiği birinin sahip çıkması… Bu zevk tarif edilemez.. Allahü teala şefaatlerine nail etsin inşallah. Işık olmazsa göz görür mü… karanlık ve tehlikeli tuzaklarla dolu olan ahiret yolculuğunda bu tuzakları bilen bir mübarek zât elimizden tutmazsa, bir ışık olmazsa bu meşakkatli, karanlık, tehlikelerle dolu olan yolculukta yürümek mümkün mü?… Allahü teala kime Işık nasib ederse çok şükretmesi lazımdır, ki bu çok büyük bir nimettir.
Biz dünyada iken onlara sahip çıkarsak onlar da bize ahiretde sahip çıkarlar inşallah.
İlim için hazret-i Ali kerremallahü vecheh buyuruyorlar ki; Bana dinimize ait, bir harf, kelime, bir mesele öğretenin kölesi olurum. Bu kadar büyük bir hak var… Dolayısıyla hocanın hakkı anne-baba hakkından önde olmasının sebebi budur. Evet, ilk mürşidimiz anne babamızdır. Kelime-i şehadeti, namazı, temel bilgileri öğretirler ama ondan sonraki hayatında bir insan eğer bir mürşid-i kâmile, bir ehl-i sünnet aliminin eline düşmezse Allah korusun çok zor olur. Çünki, Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen buyuruyor ki; “Ey iman edenler, Allaha ve Peygamberine iman edin”. Hem iman edenlere hitap ediyor, hem de Allaha ve peygamberine iman edin diyor. Bu, anne ve babanızdan aldığınız dini terbiye, bilgi, size yetmez, ondan sonra bir hocanın önünde veyahutta eserleriyle tekrar dininizi ve imanınızı güçlendirin, öğrenin demektir.
Buyurmuşlardı ki; “Kişi sevdiğiyle beraberdir diye çok müjdeler var. İnşallah dünyada beraber olduğumuz gibi cennette de hep beraber oluruz”.
İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyeti, kıymeti, ilim sahibi ve edebli olmasıdır. Çok zengin, çok etiket sahibi olması, çok meşhur olması veyahutta filancanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, ilim sahibi olması ve edeb sahibi olmasıdır. Edeb haddini, sınırını bilmektir. İş yerinde, evlilikte, cemiyette, her yerde herkesin bir sınırı vardır. O sınır içerisinde kalmak kaydıyla dünya cennet olur. Bütün sıkıntılar, üzüntüler, kavgalar, hep sınır tecavüzünden olmaktadır. İşte bu sınır, ilimdir. Dinini öğrenmeyen ne sınır, ne sınırsızlık tanır. Önce iman ondan sonra ilim. Çünki bütün ibadetler ilme bağlıdır. Kitap okumak, dinini öğrenmek şarttır. Ve cenab-ı peygamber aleyhissalatü vesselam bir hadis-i şerifte buyuruyorlar ki; İlmin rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir. Yine bir hadis-i şerifte cenab-ı peygamber aleyhissalatü vesselam buyuruyorlar ki; bir âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir. Yani bir âlim vefat ederse bütün âlem, bütün insanlar ölmüş gibi olur. (İşte onaltı sene evvel böyle bir âlimi kaybettik. Allahü teala rahmet eylesin, bizleri de şefaatine nail eylesin inşallah.)
Ehl-i sünnet itikadını anlatan kitapları yaymak, anlatmak için gidenlerin ayaklarının altına melekler kanatlarını döşerler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem buyuruyorlar ki; Bir talebe dinine ait bir mesele öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, melekler kanatlarını bunun ayaklarının altına döşer. Havadaki bütün kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, denizdeki bütün balıklar bu kul için istiğfar ederler, bunu affet diye dua ederler. Bu, öğrenmek için gidene verilen ecirdir… Ya öğretmek için giderse!…. Bir kişiye bir kitap vermek için yola çıkanın yol boyunca alacağı ecir ve sevap, öğrenmek için gidenden daha fazladır. Gerek bizzat giderek, gitmese de sebeb olarak, her ne şekilde olursa olsun iştirak eden bu sevaba kavuşur. Sadaka için verilen para, Allah yolunda gazâ için verilen paranın kıymeti yanında hiç kalır. Gazâ için harcanan para ise, emr-i maruf için harcanan para yanında hiç kalır. Birine, Ehl-i sünnet itikadını anlatan bir kitap vermek veya anlatmak, yazmak, emr-i maruftur.
Eğer bir yerde Allahın dinine hizmet varsa her müslümanın üzerine şu üç unsurdan birini yapmak farzdır. Yani Allahın emridir. Eğer bu üçünden de değilse hiç yaşamasın daha iyi… Çünki öbür tarafta çok acı azap çekecektir. Eğer ecdadımız, bizden öncekiler, bu üç şartı veyahutta birisini yerine getirmeselerdi bu gün biz belki bir hıristiyan, yahudi çocuğu idik, belki dinsizdik. Çünki İslamiyet bize bir emekle gelmiştir… Farzın birincisi fiilen iştiraktir. Bizzat… Nitekim Eshab-ı kiram taa Mekke-i mükerremeden, Medine-i münevvereden İstanbul’a kadar herhalde toprak, ganimet sahibi olmak için değil, ilâ-i kelimetullah için geldiler, Allahın dinini, kullarına anlatmak için geldiler. Veyahutta Osmanlılar viyana kapılarına kadar mal mülk davası için gitmediler…. Birincisi fiilen, bedenen. Buna imkanı yoksa, mâlen desteklemesi lazım. Nihayetinde bir ilmihal on lira ise alır verir, veremezse veren birine verir. Demek ki ya fiilen iştirak edecek veya destek verecektir. Bu da mümkün değilse üçüncüsü de elini açıp yalvararak dua edecektir. Ben iştirak edemiyorum, ben acizim, hastayım, sıkıntım çok ama şu insanlara yardım eyle, onları her türlü kötülükten muhafaza eyle, işlerini rast getir, çocukları kurtulsunlar, dinsiz imansız yetişmesinler diye dua etse gene farzı yerine getirmiş olur. Aksi halde çok tehlikelidir. Çünki bir hadis-i şerif daha var; Bir mü’min sabah kalktığı zaman ya alim olarak kalkmalıdır, yani o gün bir şey öğretmelidir. Ya talebe olarak kalkmalıdır, yani gidip bir şey öğrenmelidir. Veyahutta dinleyici olarak kalkmalıdır, bir hocaya gider bir şey istifade eder, eğer bu da olmazsa muhabbetle kalkmalıdır, yani bunları yapamadığı için üzüldüğünden bu üç hale birden sevgi besler. Allahım bana da nasib et der. Ama bir beşincisi olamaz. Şu halde, dünyaya gelmek, müslüman olmak bir sorumluluk, bir mesuliyet getiriyor. Bu mesuliyeti hiç kimse üzerinden atamaz, bunu yok sayamaz, çünki hepimiz artık elhamdülillah tam iman ettik ki; hesap var, sevap var, azab var ama mutlaka ahirette bir terazi var ve oraya ameller konulacak ve tartılacak. Onun için bir mübarek zat buyuruyor ki; Allahü teala kullarına üç şey vermiştir; Bir: topraktan geldik, toprak olacağız. Yani bedenimiz çürümeye mahkum. Mü’minin ikinci varlığı ruhudur, ruh alem-i emirden gelmiştir, insan vefat ederken ruhu kendi makamına gider, o da bizden ayrılır. Kabir içerisinde, bize sadece amellerimiz, iyiliklerimiz veya kötülüklerimiz kalır. Bunlar öbür tarafa gidecektir. Efendim kötülükler deyince insanın içi titriyor, keşke hiç söylemesek ama söyleniyor, var çünki. Allahü teala çok şefkatli, çok merhametli, çok afv edici olduğu için bu yapılan hataların temizlenmesi için beş vakit namazı emretmiştir. Namazlar arasındaki hatalar silinsin diye. Yetmedi; cuma gününü yaratmıştır. Allahü teala bu mübarek gecelerde, saatlerde yapılan duaları kabul ediyor, bir haftalık hatalarını günahlarını siliyor. Cuma günü ve gecesi ve ramazan-ı şerifin otuz gün ve gecesi hiç kimseye azap yoktur, bu gecenin şerefi ve büyüklüğü bakımından!.. Bu da yetmedi; Allahü teala mübarek geceleri yarattı, Ramazan-ı şerifde imanı olan ve oruç tutan mü’min mutlaka temizleniyor. Peki ondan sonra, kirli havaya, kirli etrafa bağlı olarak, elinde olmayarak yine kirlenmeye başlıyor. İnsan büyüklerin sohbetinde kendinden geçiyor, fakat çıktıktan sonra veya birkaç saat, birkaç gün sonra o hava gidiyor, eskisi gibi oluyor. Bu hava devam edemez mi acaba?… Eğer hava kirlenirse bundan kim rahatsız olmaz ki. Bu zamanda hava çok kirli. Dolayısıyla ne kadar temiz olursa olsun sokağa çıktığı zaman bu kirli havayı tenefüs ettiği için kalpler kararır. Çünki havanın kirliliği, haram ve helallerin karışmasından oluşmuştur. Eskiden haramlar, helaller ayrı idi, şimdi karmakarışık oldu. Onun için Abdülhakim Arvasi hazretleri, otuz sene ben sadece imanı anlattım, insanlar imanla ölsünler diye uğraştım buyurdu. Bu zamanda imanla ölen, pehlivan diye gösterilecektir. Biz imanla gitmeye bakalım buyurmuşlar. Ahirete kim imanla giderse, diyecekler ki; bir pehlivan geldi… Neden?.. Çünki imanını kurtardı da geldi. İmanı kurtarmak için formül: imanlılarla beraber olmakdır. Çünki üzüm üzüme baka baka kararır derler ya, imanlı insan mis gibi kokan ıtriyat tüccarına benzer, mutlaka güzel kokular gelir. İman bir nurdur, ışıktır. Allahü teala o nuru arttırsın inşallah. Aynı, karanlık gecede, yıldızlar görüldüğü gibi, karanlık dünyada imanlılar da yıldızlar gibi pırıl pırıl parlar. Bu yıldızlar, nasıl gökyüzüne dağılmış bir halde ise, imanlı insanlar da yeryüzünde bu şekilde görülürler, biz yıldızları seyrettiğimiz gibi melekler de dünyayı seyrederler. Ne bahtiyar kullar bir araya gelmişler, Allahtan peygamberden bahsediyorlar diye gıpta ederler. Çünki bir hadis-i şerif var; Cenab-ı Peygamber aleyhissalatü vesselam buyuruyorlar ki; Üç beş kişi bir araya geldiğinde Allahtan ve Peygamberden bahsetmezse Allah oraya lanet etsin buyuruyor.
Velhasıl, biz dünyada iken onlara sahip çıkarsak onlar da bize ahiretde sahip çıkarlar.
Unutmazsak unutmazlar… hatırlarsak hatırlarlar, yani neticede iş bizde biter. Biz burada unutursak, bana ne dersek, ahiretde ah-vah etmenin faydası olmaz.
UNUTMAYALIM Kİ, UNUTULMAYALIM
Allahü teala şefaatine kavuştursun inşallah.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim.
ali zeki osmanağaoğlu
cihânı tenvîr eden en son Nûra elvedâ’
en derin sevgilerle, azîz yâra elvedâ’!
…
Allahü teala şefaatine kavuştursun inşallah.