Birgün birisi büyük bir zâta; efendim siz çok hocanızdan bahsediyorsunuz. Neler öğrendiniz ki bu kadar seviyorsunuz, bu kadar çok şeyler anlatıyorsunuz, diye sormuş. Buyurmuşlar ki; Efendim, ben önceleri kim sevilir kim sevilmez, bilmiyordum. Hangisi eğri, hangisi doğru, bilmiyordum. Bu mübarek zât, bana, bu sevilir bu sevilmez, bu iyi bu kötü diye anlattı, ondan sonra öğrendim, buyurmuşlar. Bu büyükleri tanımayan insanlar, her şey benim olsun, ben şöyle yapayım, böyle olayım diye gözü yükseklerde olur. Fakat tanıdıktan sonra anlar ki, asıl iş, asıl insanlık, kendini tanımaktır, kendisinin hiçbir işe yaramadığını, ancak o büyüklerin muhabbetiyle biraz şeref kazanacağını anlamaktır. Onun için, abdiyyet, kul olmak, makamların en yücesidir. Onun için, Peygamber efendimize ‘aleyhissalatü vesselam’ siz kimsiniz, diye soranlara, Abdullah, derdi. Yani, Allahın bir kulu… Abbdiyyet, tasavvufta en büyük derecedir. Ama karşında, ademiyet, yani yok olmak vardır. İnsan ne kadar yok olursa, o kadar var olur, o kadar yüce olur. Çünki, nefsin arzularını yerine getirenler ile Allahü tealanın emir ve yasaklarını yerine getirenler bir olmaz. Onun için, tercih bize kalmıştır, sonunda pişman olacağımız, bırakacağımız işleri, bugünden terk etmelidir. Onun için, ahrette, yapılan bütün hizmetler içinde, yalnız ve yalnız ihlaslı olanlar ayrılacaktır. İhlassız olanlar işe yaramayacaktır. En büyük müflis; çok ibadetle, çok hizmetlerle ahirete gelir, fakat kendisine bir şey kalmaz. İhlassız, niyeti bozuk ameller işe yaramayacaktır.. Akıllı tüccar olup, ahiret kazancımızı düşünmeliyiz…