Enver abim buyurdular ki;
Mübârekler Beylerbeyi’nde oturuyorlardı, bir akşam vakti üniversiteden çıktık, eve geldik. Kapıya Abdülhakîm çıktı, Allah rahmet eylesin. Dedim ki Mübârekleri görmek istiyorum, ziyâret etmek istiyorum. Abdülhakîm dedi ki, babam hasta. Biz hayâtımızda duymamışız böyle bir kelime, çok tuhafımıza gitdi. Nasıl hasta dedim. Hasta, yatıyor dedi. O zemân bir haber verin, Enver abi geldi, ne buyururlarsa ona göre hareket edelim, dedim. Abdülhakîm gitdi içeriye, geldi, babam diyor ki, gelsin, dedi. İçeri gitdim, bakdım Mübârekler karyolada yatıyorlar. Hastayım kardeşim, ateşim çok yüksek, buyurdular. Mübârekleri hep iyi bildiğimiz ve iyi gördüğümüz için, ben de ne söyliyeceğimi şaşırdım. Hocamız buyurdular ki; bakın efendim, eğer kayınpederim Yusuf Ziyâ Beğ gelse, kapıdan içeri girse, dese ki; ne oldu Hilmi, geçmiş olsun, Allah şifâ versin. Efendim mutlak inanıyorum ki, hiçbir zerre hastalık kalmaz, hemen iyileşirim. Çünki, onda Hocamın kokusu var. O, tam bir Müslimândır, mü’min mü’mine şifâdır. Hastanın en büyük ihtiyâcı, bir mü’mini görmekdir. Onun gözlerinden, onun mübârek yüzünden gelen şifâ ile iyileşir, buyurdular. Dolayısıyla, açık ve seçik; bir hastalık olursa, herhangi birilerini çağırmayın. Sevdiğiniz bir-iki arkadaşı çağırın, onlara çay verin, ekmek verin veyâhud da siz gidin. Mübârekleri hatırlatan, Onların kokusunu veren, kim olursa olsun, şifâdır.
ali zeki osmanağaoğlu