Enver abim buyurdular ki;
Bir Temmuz akşamı yatsı namazından sonra Mübareklerle Fatih’te, balkonda oturmuş çay içiyoruz. Mübarekler, kırmızı-çizgili bir şezlongdaydılar. Ben de yanlarındaydım. Aramızda bir sehpa vardı. Çay bardakları da yanımızdaydı. Birden; gökyüzüne bakın efendim, buyurdular. Baktım efendim, dedim. Ne görüyorsun, buyurdular. Yıldızları görüyorum, dedim. Nasıl yıldızlar, buyurdular. Efendim, toplu halde olanlar var, tek tek olanlar var, dedim. Efendim, nasıl biz gökyüzünü siyah, yıldızları da pırıl pırıl görüyorsak, bazılarını toplu halde, bazılarını tek tek görüyorsak, gökyüzündeki melekler de dünyaya baktıkları zaman dünyayı zifiri karanlık görürler, imanı olanları parlak yıldızlar gibi görürler. Bazıları tek tektir. Bazıları kalabalıktır. Hele bazıları pırıl pırıl parlar. Velhasıl, biz gökteki yıldızları gördüğümüz gibi, gökteki melekler de yeryüzündeki Müslümanların pırıl pırıl parlayan imanlarını yıldızlar gibi görmekte ve iftihar etmektedir, buyurdular. Onun için mümine ayağa kalkılır, niçin? İmanından dolayı. Bir gün “Allah rahmet eylesin” Mübarekler ile birlikte otururken Mehmet Yücel, bir arkadaş ile beraber içeriye girdi. Mübarekler ayağa kalktılar. Mehmet Yücel ile müsafeha ettiler. Sonra oturdular. Efendim, Mehmet Yücel’in ilmine ayağa kalktım, şahsına değil, insanın şahsı bir avuç çamurdur, ama onun başında iki nesne var: İman ve ilim. Bu ikisi varsa ayağa kalkılır, buyurdular. İman kesbi değil nasbidir. Yani hiç kimse dilekçe vererek imanlı olmak istemez, yapamaz. Bu, Cenab-ı Hak’kın bir takdiridir, nasibidir, ihsanıdır. Dolayısıyla, Allahü teala’nın verdiği bu mümtaz nimete karşı en büyük saygıyı göstermek lazımdır. Yaratılanı severim, Yaratandan ötürü. Bu fırsatı O verdi. Dolayısıyla imanı olanlar, yani Ehl-i sünnet itikadında olanlar, Allahü teala’nın özel tahsisine kavuşmuş insanlardır. Hazret-i Peygamber “aleyhissalatü vesselam”, akrabaları için de olsa çok yalvarıyordu. Ya Rabbi iman nasip et, Cehennemde sonsuz yanmasınlar, diye. Hatta Mübarek Hocamız buyurdular ki; Göğsünü paralıyordu, yalvarıyordu, neden? Cehennemde sonsuz yanmasınlar diye. Sonra ayet-i kerime geldi; Ey Habibim! Göğsünü paralayacak şekilde kendini harap etme. Sen tebliğ edersin ama hidayet benim elimde. Kimin mümin olacağına ben karar veririm. Yalnız bu nimet için Cenab-ı Hak’ka yüz kere kurban olayım. Onun için bu nimetinden dolayı Allahü teala’ya sonsuz kere sonsuz hamd-ü senalar olsun. Böyle bir nimeti bize verdi. Nimet ne kadar büyükse onun teşekkürünün de o kadar büyük olması lazım. Ufak bir dalgınlık veya ufak bir umursamazlık, ufak bir gevşeklik, maazallah nankörlüğe sebebiyet verir. Allahü teala gücenir, sana bu kadar büyük nimet verdim, sen nasıl bunun teşekkürünü layıkıyla yapmıyorsun, der.
ali zeki osmanağaoğlu