Enver abim buyurdular ki;
Ahmed Yesevi hazretleri zamanında, padişah ava çıkıp, bir geyiğin peşine takılmış. Geyik önden padişah peşinden derken, geyik dağa çıkmış. Velhasıl, padişah ne yaptıysa geyiği bulamamış. Öfkesinden bütün tarikat şeyhlerini çağırıp, emrimdir, bu dağı havaya uçurun; yoksa hepinizin kellesi gider. Bu geyik beni kandırdı, demiş. Dağ uçurulur mu? En azından yok edelim diye, hepsi rabıta yapmağa, zikr etmeğe başlamışlar. Ne yaparlarsa yapsınlar dağ yerinden kımıldamamış. Bunun tek çaresi var, bu işi ancak yapsa yapsa Yesevi yapar, demişler. Ama babası, asrın en büyük evliyasıymış. O da daha onbeş-yirmi yaşlarında çocukmuş. Padişah Yesevi’yi çağırtmış, o da annesine gidip, babama ait sarık, takke, çorap, ayakkabı, ne varsa çıkar deyip, dağın dibine gitmiş. Gözünü kapatıp, baba, vallahi billahi bu benim işim değil. Bu iş senin işin. Sakın beni mahcup etme, göster kendini, demiş. Dağ yok olmuş; ama geyik oradaymış. Burada çok mühim bir ders var. Eğer zerre kadar kendisinden bir şey düşünseydi, kendisine ait bir varlık, kendisine ait bir keramet, kendisine ait bir ilim, kendisine ait bir fazilet görseydi, o an sigorta atacaktı ve Allahü teala muhafaza etsin, orada mahcup olacaktı. Ama padişah da padişahmış. Bundan sonra senin isminin başına Ahmed getirelim; çünki belli ki, sen büyük bir zât olacaksın, senin isminle beraber benimki de anılır. Yoksa benim ismim unutulur gider, demiş. Ahmed ismi oradan gelmiş.
ali zeki osmanağaoğlu