Enver abim buyurdular ki;
Bir gün Mübareklere; Efendim, çok arkadaşlar sizinle görüşmek istiyorlar, ne cevap vereyim diye sordum. Buyurdular ki; Ben kitapların satırları arasındayım. Niye beni görmüyorlar? Dolayısıyla, kimse ahirette ben Hocamızı görmedim demesin. Mükatebe, nısf-ı mükaleme gibidir. Okumak, konuşmanın yarısı kadardır. Mesela, Mübareklerle bir saat sohbet etmek isteyen, iki saat kitap okumalı. Bir gün İlmihal okurken, iki komutan kızgın bir şekilde, tamam şimdi yakaladım seni! Ne okuyorsun göster bana, diye bağırmağa başladı. Ben de büyüklere sığınıp açtım kitabı. Bir de ne görelim? Atom Bombası bahsi. Komutan da ben de şaşkınlıkla kalakaldık. Ne bu, dedi. Ben de, ben ilim adamıyım efendim. Bu kitap da ilim öğretiyor, bakın işte atom bahsi, dedim. Komutan gülmeğe başladı. Dışarıda mis gibi hava, pırıl pırıl güneş varken, sen nelerle uğraşıyorsun kardeşim, dedi ve çekip gitti. Yine bir keresinde gemi ile Marmara’ya açıldık. Ben de daha o zamanlar toy bir delikanlıyım; fıkıh konusunda eksiklerim var. Gemiye bindik; ama seferi miyim, namazları nasıl kılacağım falan diye iyice kafam karıştı. Bir türlü işin içinden çıkamadım ve bu sıkıntı içinde bir kenarda uyuyakalmışım. Rüyamda Hocamızı ‘rahmetullahi aleyh’ gördüm. Heyecanla; Efendim, durum bu. Ben şimdi ne yapacağım, diye sordum. Mübarekler, kolayı var efendim, kitaba bakalım, buyurdular ve Dürr-i Yekta kitabının seksen beşinci sayfasını açarak meseleyi izah ettiler. Ben de uyanır uyanmaz, meseleyi öğrenmiş olarak ibadetlerimi yaptım. Dönüşte soluğu Beylerbeyi’nde, evde aldım. Meseleyi yine kendilerine arz ettiğimde, kolayı var efendim, kitaba bakalım, buyurup, aynı kitabın aynı sayfasını açmazlar mı? Gayri ihtiyari gülümsemişim. Mübarek Hocamız, niçin gülümsediniz, diye sorunca, ben de rüyayı olduğu gibi anlattım. Hocamız, biraz da yüzü kızararak; o bizden değil efendim, sizin ihlâsınızdandır, diyerek konuyu kapattılar.
ali zeki osmanağaoğlu