Enver abiler buyurdular ki;
Bir Mekki efendi vardı, Allah rahmet eylesin. Abdülhakim efendi hazretlerinin oğlu, Kadıköy müftüsüydü. Fatih camiinde vaaz verirdi. Ben de bazen Vefa’daki evine giderdim, çantasını taşırdım. Vaaz vermek için çok kitap taşırdı. Beraber gelirdik. Bir gün gene gelirken, bu Hıfzıssıhha enstitüsüne gelmeden evvel, borusundan incir ağacı çıkmış çok ama çok eski bir çeşmenin başında durduk. O çeşmeyi yaptıran, üstüne bir levha yazmış, bir levha koymuş. Dedi ki bana, oku bakalım bu yazıyı. Hani ben Osmanlıca okuyorum ama harekeli olacak. Benim bildiğim yazı harekeli olacak. Bu harekesiz, gayet güzel bir yazı ama harekesiz.. Dedim ki, efendim, ben okuyamadım. O zaman ben okuyum, sana manasını vereyim, buyurdular. Kendileri okudular. O çeşmeyi yaptıran yazmış üstüne. Aciptü limen talebet dünya vel mevti yatlibuha. Bu kadar. Ne demiş. Ya Rabbi, ben şu insana çok hayret ediyorum. Allahı unutmuş, peygamberi unutmuş, ahireti unutmuş. Varsa yoksa para, varsa yoksa şöhret, varsa yoksa servet. Yani, bir insan düşünüyorum ki yalnız servet ve şöhret için yaşıyor. Hiç aklına bile hiç bir şey gelmiyor. Aciptü limen talebet dünya vel mevti yatlibuha. O giderken de peşinden bakıyorum, ölüm de onu peşinden takip ediyor. Nerede, ne zaman, ne şekilde alacağı belli değil. Bir bardak su içerken.. Yeter bu kadar, fazla izin yok der, alır götürür. Ne oldu ? Hepsi yarıda kaldı. Netice şu ki, hiç kimse bu dünya tadını tam tadarak, tamamına kavuşarak, herşeyini tamamlayarak vefat etmemiştir. Onun için Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” mühür yerine yani imza yerine şu mühürü basarlarmış. İşte mühür bu. Ne yazıyor orada. Kefa bil mevt, vaizen ya Ömer. Ya Ömer, ölüm nasihatçi olarak, vaiz olarak size yetmez mi ?