1203 (m. 1788) senesinde, üstadı Seyyid Abdülkerîm Berzencî tâ’ûndan vefat edince, onun talebesi boş kalmasın diye ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler dersine koştu. Her müşkili çözer her derde devâ olurdu. Dünyâya ehemmiyet vermez, gece gündüz ibâdet ederdi. Böylece yirmibir yaşında iken, ulemâya ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmakla meşgul olmuştur.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi, temiz kalbine aşk ateşi saldığından, dünyâ lezzet ve zevklerine bir defa olsun göz ucu ile bile bakmadı. Bütün düşüncesi, Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyâretine gitmek idi. Herkesten yüz çevirmiş, her işini Allahü teâlâya ısmarlamıştı. Sözü tesîrli, avâm ve havâs arasında sözü delîl olan şerefli bir zât idi. 1220 (m. 1805) senesinde hacca gitti. Yolda Şam âlimlerinden çok saygı gördü. Tevâzu’undan dolayı, Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs rivayeti; Mustafa Kürdî’den Kâdirî yolu icâzeti aldı. Bir müddet Şam’da kaldıktan sonra, Hicaz’a gitmek için yola çıktı. Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, kasîde-i Muhammediyye’yi Fârisî olarak yazdı.
Medîne-i münevvereye geldiğinde, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusundaydı. Birgün Yemenli fazilet sahibi bir zâta rastladı. Câhilin âlimden nasihat istemesi gibi ondan nasihat istedi. O zât dedi ki: “Ey Hâlid Mekke-i mükerremeye gittiğin zaman edebe uymayan birşey görürsen hemen reddetme.” Mevlânâ Hâlid hazretleri “kuddise sirruh” Mekke-i mükerremede bir Cuma günü Kâ’be-i şerîfe karşı Delâil-i hayrât‘ı okurken câhil kılıklı, siyah sakallı birinin, Kâ’be’ye sırt çevirip kendine bakdığını gördü. “Utanmadan Kâ’be’ye arkasını çevirmiş. Edebi gözetmiyor!” diye düşünürken, o kimse; “Mü’mine hürmet, Kâ’be’ye hürmetden daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medine’deki zâtın nasihatini unuttun mu?” dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunun büyük velîlerden olduğunu anladı. Ondan af diledi ve; “Beni talebeliğe kabul et.” diye yalvardı. O da; “Sen burada olgunlaşamazsın” dedikten sonra eli ile Hindistan’ı göstererek: “Senin işin orada tamam olur” dedi ve gitti.
Mevlânâ Hâlid hazretleri, memleketi Süleymâniye’ye dönüp ders vermeye başladı. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Birgün bu düşünceler içinde iken, Hindistan’ın Dehlî şehrinde bulunan evliyânın en büyüklerinden Abdullah Dehlevî’nin (rahmetullahi aleyh) talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıkageldi. O talebe Abdullah-ı Dehlevî’nin Mevlânâ Hâlid’e; “Selâmımızı söyle, bu tarafa gelsin!” buyurduğunu bildirdi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri Dehlî’ye vardığında, Abdullah-ı Dehlevî “kuddise sirruh” hazretlerinin bulunduğu şehre gelmenin sevinci ile, seferde iken yanında bulunan şeylerin hepsini, fakirlere dağıttı. Sonra da, Hindistan’ın en büyük velîsi, insanların imdâdına yetişici, hakîkatler menbâı, hikmet ve ma’rifet ma’deni, ilim, irfan ve ilham rehberi, mânevî üstünlükler sahibi, büyük İslâm âlimi, Şâh Abdullah-ı Dehlevî’nin (rahmetullahi aleyh) huzûruna kavuştu.
-devamı var-
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi