HAYATINDAN KESİTLER
Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması ve Abdülhakim efendi hazretlerinin davet etmesi: (“Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz”).
1991 senesi mart ayının 1’i cuma gün berat kandili idi. Mübarek hocamıza (Fatih’deki evlerine) kandil ziyareti için gitmiştik. Daha sonra eve, hocamızın oğlu Abdülhakîm abi geldi. Sandalyelerde yer olmadığından ben Abdülhakim abiye, oturduğum sandâlyeyi verdim ve yere indim. Hocamız buyurdularki; Alî beye çok büyük iyilik etdiniz. Tam karşıma oturmasına sebeb oldunuz. Ben de, Abdülhakim efendi hazretlerinin her zemân tam karşısına otururdum. Hatta, Eyüp sultan camiinde, ilk tanıdığımda en önde, burun buruna oturmuşduk. Allahü teâlâ, “Her isteyene veririm, bazan da istemiyenler arasından da seçdiğime veririm” buyuruyor. “İnnâ fetahnaleke” sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. Bu âyet-i kerîmede hem adalet, hem ihsan var. “Her isteyene veririm” buyurması adaletdir. “İstediğime veririm” buyurması da ihsandır. İsteyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim de verdi Allahü teâlâ. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezan-ı şerifde oruç tutmak isteyenleri, doktor muayene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. Seksen kişi oruç tutmak isteyen vardı. Bunların içinden güçlü, kuvvetli olanlarından otuz kişiyi tutabilir diye ayırdı. Elli kişiyi de, zaîf gördüğü için tutamaz diye ayırdı. Ben de ufak tefek, zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Ben, tutmak istiyorum dedim. Çünki evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana kızdı, bağırdı. Sen oruç tutacak adammısın, sınıfta kalırsın, hasta olursun, ölürsün dedi. Doktor iri-yarı bir yüzbaşıydı. Ramezan-ı şerif geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye yemek çıkıyordu. Ben de onlarla beraber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. Seksen senedir ben hâlâ (oruçtan dolayı) hasta bile olmadım. Bana sınıfda kalırsın demişdi. Okulun birincisi oldum. Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek ben kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihalde de yazdım ya, bir kadr gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana Efendi hazretlerini gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrafında nûr şeklinde idi. Rüyamda; bulutsuz, parlak mâvi bir semâ gördüm. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başımı kaldırıp bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördüm. Heyecanla uyandım. Birkaç gün sonra, yine rüyâmda; Hazret-i Hâlid’in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördüm. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Ben de gittim ve sıram geldiğinde elini öperken uyandım. Daha sonra birgün dersden çıkınca bayezid câmi’ine namaz kılmağa girdim. Namazımı kılınca, sahaflar kapısının yakınında bir hoca va’z ediyordu. Sonradan öğrendim adına “demir hafız” diyorlarmış. Üç-beş kişi dinliyordu. Onlar da, hep yaşlılardı ve uyukluyorlardı. Ben de biraz dinledim, fakat hepsi bildiğim şeylerdi. Küçük, bir formalık bir kitâbdan âmentüyü (imanın şartlarını) anlatıyordu. Hep bildiğim şeyler olduğundan sıkıldım. Fakat hocaya saygısızlık olmasın diye, ayıp olmasın diye kalkıp gidemedim. Biraz sonra, dersimiz burada bitdi dedi. Bu kitâbları satıyorum dedi. Aynı kitâbların devamı vardı önünde. Hepsi bildiğim şeylerdi fakat hocaya yardım olsun diye birini alayım diyerek, kaç kuruş olduğunu sordum. Yirmibeş kuruş dedi. O zamân bir gazete 1 kuruş idi. Kitâbın değeride ancak o kadar eder. Hadi çok fakir olup muhtaç olsun da 5 kuruş desin, buna 25 kuruş çok, vay insafsız vay diyerek kapıya doğru yürümeye başladım. Bir de bakdım, bayezid meydanına bakan kapının tarafındaki demir parmaklıklı bölümde bir başka hoca efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâ’at onu dinliyordu. Câminin ortasına kadar cemâ’at doluydu. Oraya doğru yürüdüm, parmaklıkların arkasında nur yüzlü bir hoca efendi, bir kitabdan birşeyler anlatıyordu. Hoca efendinin karşısından gidersem edebsizlik olur diye düşündüm. Hoca efendinin karşısından gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. Arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca efendi, demir parmaklıklara arkası dönük oturuyordu. Demirden atlayıp tam arkasında oturdum. Kucağını arkadan seyrediyordum. Bir yandan da (çocukluk işte), aklımdan biraz önceki hocanın yirmibeş kuruşa satıyorum demesi çıkmıyordu. Vay insafsız vay deyip duruyordum. Hem de o hoca efendiyi dinliyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, merak ettiğim konuları anlatıyordu. Çok hoşuma gitdi. Rabıta-ı Şerife risalesinden Evliyâ kabrlerinin nasıl ziyaret edileceğini anlatıyordu. Hiç duymadığım şeylerdi. Biraz sonra ezân okundu. Hoca efendi, dersimiz bugün burada kalsın deyip kitâbı kapatdı. Pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden, kitâbı arkaya, bana uzatdı. “Bu kitâb, küçük efendiye benim hediyem olsun” dedi. Çok şaşırdım. Hiç arkasına bakmamışdı. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra, hep beraber namâza kalkıldı. Biraz sonra ben derse gidecekdim. Onun için namâza ve sonraki sohbete kalamadım, ayrıldım.
-devamı var-