SÛ-İ ZAN – 3
[Allahü teâlânın, Peygamberlerine “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühu aleyhim ecma’în” haber vermesine, bildirmesine (Vahy) denir. Vahy, iki dürlüdür: Cebrâîl ismindeki bir melek, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygambere okur. Buna, (Vahy-i metlû’) denir. Bu vahyin kelimeleri de, ma’nâları da Allahdan gelmişdir. Kur’ân-ı kerîm, vahy-i metlû’dür. Vahyin ikinci kısmı, (Vahy-i gayr-i metlû’)dür. Bu vahy, Allahü teâlâ tarafından Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” kalbine bildirilir. Peygamber, bu vahyi, kendi bulduğu kelimelerle yanındakilere söyler. Bu sözlere, (Hadîs-i kudsî) denir. Hadîs-i kudsînin kelimeleri, Peygamberdendir. Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri de, ma’nâları da kendinden olan sözlerine, (Hadîs-i şerîf) denir.]
Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek, ibâdetdir) ve (Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ kendisine hüsn-i zan ederek yapılan düâyı, elbette kabûl eder) ve (Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emr eder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, yâ Rabbî! Dünyâda sana hep hüsn-i zan etdim deyince, onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi karşılarım buyurur) buyuruldu.
Sâlih veyâ fâsık olduğu bilinmiyen mü’mine hüsn-i zan etmelidir. Fâsık ve sâlih olmasının ihtimâli müsâvi ise (Şek), şübhe denir. Müsâvî değilse fazla olana (Zan), az olana (Vehm) denir.