BENİ YALNIZ BIRAKMA !
Öyle bir gün idi ki, mü’minler küffâr ile,
Bir temmuz sıcağında, başladılar kıtâle.
Hem kâfirler ordusu, hem de islâm askeri,
Pek kalabalık olup, kuvvetliydi her biri.
Öğleyin mücâhidler, hücûm etti düşmana.
Öyle şiddetlendi ki, karıştı toz dumana.
Birkaç sevdiği ile, Resûlullah o günde,
Sevkederdi askeri, kumanda mevkiinde.
Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Talha, Sa’îd, Ebû Zer,
Resûl’ün çadırında, hep birlikte idiler.
Fahr-i âlem gördü ki, şiddeti arttı cengin,
Hemen “Sa’d” ve “Sa’îd“i, gönderdi yardım için.
Mü’minlerin kuvveti azalınca daha da,
Gönderdi “Ebû Zer“le, “Hazret-i Talha“yı da.
Görünce daha sonra şehît düşen erleri,
Gönderdi cenk yerine, “Osmân” ile “Ömer“i.
En son, Resûlullahın mübârek çadırında,
Hazret-i “Ebû Bekir” kaldı bir tek yanında.
O dahî harbe girip, savaşmak istiyordu.
Ve lâkin Resûlullah, müsâde etmiyordu.
En şiddetli hâliyle devâm ederken savaş,
Hazret-i “Ebû Bekr“i, sardı birden bir telâş.
Ve sabırsızlanarak yerinde için için,
Fırladı biraz sonra, “savaşa girmek” için.
Ve lâkin Resûlullah, tutarak eteğinden,
Savaşa girmesine mâni oldu ve hemen,
Buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr, şunu bil ki evvelâ,
Kalbime, vücûduma gelen her dert ve belâ,
Hafifliyor, görmekle senin hoş cemâlini.
Sen de harbe girip de, yalnız bırakma beni.)
Hem Abdullah bin Mes’ûd adındaki sahâbî,
Anlatır yine aynen, yukarıdaki gibi:
Ramazân-ı şerîfin onyedinci gününde,
Hazır bulunuyorduk, meşhûr “Bedir harbi“nde.
Yoktu ordu içinde, benden zaîf mücâhid,
Lâkin ben öldürmüştüm, “Ebû Cehl“i o vakit.
Geldik karşı karşıya kâfirlerle biz o gün.
Hazret-i “Ebû Bekir“, yanındaydı Resûl’ün.
Oğlu, henüz islâmla olmamıştı müşerref.
Düşman cephesindeydi bu sebepten mâlesef.
Görür görmez oğlunu, kâfirler arasında,
Hem de küffârın başı, “Ebû Cehl“in yanında,
Sıddîklık damarları kabararak o sâat,
Öldürmeyi istedi, oğlunu kendi bizzât.
Dedi: (Yâ Resûlallah, izin verin, gideyim.
Oğlumu, elim ile öldürüp de geleyim.)
Buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr, harbe girmemelisin.
Bilmez misin sen bana, kulak ve göz gibisin.)