Ölümü hatırlayan, ona hazırlanır. Kabre girmeden kabrini genişletir, nurlandırır. Zengin ise mağrur olmaz, şımarmaz, insanlara yukarıdan bakmaz. Gücü yettiği kadar herkese iyilik yapar. Fakir ise çok üzülmez. Sıkıntıların, hastalıkların birgün biteceğini ve rahata kavuşacağını düşünür. Ölümü hatırlayan, tevbesini geciktirmez. Ölümün genç, ihtiyar ayırımı yapmadığını bilir. İbâdetlerini zevkle yapar. Onunla kabre girecek olan, yalnız onun amelidir. Güzel bir hayat yaşamış ise, amelleri, güzel yüzlü bir insan suretinde yanına gelir, kendini tanıtır; “Kıyamete kadar seni yalnız bırakmam!” diye sahibini yalnızlıktan kurtarır. Kötü bir hayat yaşayan adamın ise ameli korkunç bir canavar şeklinde gelir, kıyamete kadar ona sıkıntı ve azap çektirir. Bir insan ne kadar çok sevilirse sevilsin, hiç kimse onunla birlikte kabre girmez. Ameli ile baş başa kalır.
Tasavvufun esas gayesi de, nefse galip gelerek dünya sevgisini kalbden çıkarmaktır. Dünya sevgisi bütün kötülüklerin kaynağıdır, manevî hastalıkların başıdır. Hased, kibir, riya hep bundan meydana gelir…
Bazı insanlar; “Şu yaşıma gelsem tevbe edeceğim, hacca gideceğim, günahlardan sakınacağım…” diyor. Hâlbuki yarına çıkacağı belli değildir. Kendisini saracak kefeni dokunmuş olabilir! Zavallının haberi yoktur.
Osmanlı döneminde kabristanların şehir içlerinde, yol kenarlarında, câmi avlularında yapılması, ölümü düşünmeyi kolaylaştırmak içindir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “En akıllı insan, ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonraki hayat için hazırlık yapandır.”