Enver abim buyurdular ki;
Şah-ı Nakşibend hazretleri birgün bir talebesine; bugün canım çok sıkılıyor, demiş. Talebe de, gezdireyim sizi o zaman demiş. Merkebi hazırlamış. Talebesi, hocası ferahlasın diye yularını almış, orası senin burası benim, gezmeğe başlamışlar. Bir yere gelmişler ki, bir tane külhanbeyi de atın üstünde gelmiş, siz nasıl benim arazime izinsiz girersiniz diye elindeki kırbaçla talebeyi dövmeye başlamış. Talebeyi öldüresiye dövüyormuş. Şah-ı Nakşibend hazretleri, bunun ne suçu var? Kabahat benim. Eğer mutlaka birini döveceksen, gel beni döv. Bu çocuğun kabahati yok, demiş. Külhanbeyi onu dinlememiş, başlamış yine dövmeye. At bir şaha kalkmış, külhanbeyi düşmüş; ama ayağı üzengiye takılı kaldığı için yere düşmemiş. At koşmaya başlamış ve o taştan bu taşa, külhanbeyinin kafasını vura vura onu öldürmüş. Sonra da geri gelmiş. Sonunda nasıl olduysa, adamın ayağı üzengiden kurtulmuş, at bir de çifte atarak adamı doğru dereye göndermiş. Talebe, hocam bu ne hal demiş. Şah-ı Nakşibend hazretleri buyurmuşlar ki; Talebemize dokunan böyle olur. Onun için, bu büyükler talebelerine evlatlarından daha çok düşkündürler. Mübareklerle beraber Serhend’e gittiğimiz zaman İmam-ı Rabbani hazretlerinin huzurunda, kulaklarımla duydum. Evvela talebelerim, ondan sonra evlatlarım, buyurdular. Aynen doğru. Onun için, çok şanslıyız. Allahü tealanın izniyle, cenab-ı Peygamberin “aleyhissalatü vesselam” şefaatiyle, Mübareklerin himmet ve duasıyla, kabre girdiğimiz anda bize bir hoş geldin diyecekler; zaten o hoş geldinden sonra istersen boş gel. Yani, o güne kavuşalım yeter.
ali zeki osmanağaoğlu