Huzurpınarı ailesinin muhterem üyelerinin Cum’a gününü tebrik eder, müstecâb dualarınızı istirham ederiz efendim.
Allahü tealaya emanet olunuz efendim
ali zeki osmanağaoğlu
——————————
Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer….
Bâzı hatıralar vardır ki, kalblere nakşeder.
O hatıraları hatırlamak, Cennet hayatı yaşamak gibidir…
……………
1991 senesinde Mart ayının 1’i Cum’a günü Berât kandili idi. Mübârek Hocamızın Fâtih’deki evlerine kandil ziyâreti için gitmişdik. İçeriye girdiğimizde; “Yere de oturabilirsiniz, yerler temizdir. Müslimânların evi temiz olur. Müslimânların hem evi, hem kalbi temiz olur. Kandilimiz mübârek olsun. Cum’amız mübârek olsun. Müslimânın kalbinde bir îmân nûru vardır ki, her şeyden ve bütün nûrlardan daha parlakdır. Müslimânlar bir araya gelince birbirlerinden istifade ederler. Kalblerindeki bu nûr birbirlerine geçer. Büyüklerden bu şeklde istifade edilir. Büyüklerden feyz nasıl gelir? Havadan mı? Feyz, muhabbetle, sevgi ile gelir. Büyüklerden istifade etmek için konuşmak şart değildir. Büyüklerin nefeslerinden bile istifade edilir. Hatta, bakışlarından bile istifade edilir. Bunlardan istifade edemiyen, konuşmakdan da edemez. Böyle bir Cum’a günü, Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin de bulunduğu âlimlerin bir toplantısında birbirlerine sormuşlar. Cum’a günleri duâların kabûl olduğu bir zemân vardır. O zemânı bilseniz ne duâsı ederdiniz diye. Kimisi îmânla ölmeyi istemiş, kimisi dine çok hizmet edebilmeyi istemiş. Sıra Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerine gelince, “Sohbet-i salihîn isterim” demiş. Büyüklerin sohbeti kalbi temizler. Sohbet, beraber olmak demekdir. Konuşmak değil. Peki sohbetlerinden istifade etmek için büyükleri bulamazsak ne yapacağız? Kölelerinden istifade edeceğiz. Kölelerini de bulamazsak kitâblarını okuyacağız? Tabii, kitablarını okumak sohbetin aynısı değil. Kitablarını okumak, sohbetin yarısı gibidir”.
Bu sırada, Hocamızın oğlu, bacanağım, Abdülhakîm abi odaya geldi. Ben sandalyede idim ve sandalyelerde başka yer olmadığından ben Abdülhakîm abiye, oturduğum sandalyeyi verdim ve yere oturmayı tercih etdim. Hocamız Abdülhakîm abiye buyurdular ki; “Alî beğe çok büyük iyilik etdiniz. Tam karşıma oturmasına sebeb oldunuz. Ben de, Abdülhakîm efendi hazretlerinin her zemân tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyyûb sultân câmi’inde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. Allahü teâlâ, “Her isteyene veririm, ba’zan da istemeyenler arasından da seçdiğime veririm.” buyuruyor. Bu, “İnnâ fetahnaleke” sûresinin son âyet-i kerîmesidir. Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem ihsân var. “Her isteyene veririm.” buyurması adâletdir. “İstediğime veririm.” buyurması da ihsândır. İsteyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Allahü teâlâ ben istedim de verdi. Askerî okulda birinci sınıfa başlamışdım. Doktor Ramezân-ı şerîfde oruc tutmak isteyenleri muâyene edip, tutabilecek ve tutamayacak olanları ayırdı. Oruc tutmak isteyen seksen kişi vardı. Bunların içinden güçlü, kuvvetli olanlarından otuz kişiyi tutabilir diye ayırdı. Elli kişiyi de, za’îf gördüğü için tutamaz diye ayırdı. Ben de ufak tefek, za’îfdim. Beni de tutamayacakların içine ayırdı. Ben, tutmak istiyorum dedim. Çünki, evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana kızdı, bağırdı. “Sen oruc tutacak adam mısın, sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün.” dedi. Doktor iri-yarı bir yüzbaşı idi. Ramezân-ı şerîf geldi. Oruc tutacak olan otuz kişiye yemek çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Bana sen oruç tutarsan ölürsün demişdi. Kendisi öldü. Seksen senedir ben hâlâ orucdan dolayı hasta olmadım. Bana sınıfda kalırsın demişdi. Okul birincisi oldum. Bir sonraki sene oruc tutanların sayısı azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek ben kalmışdım. Ben nemâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.
– devamı haftaya –
Fî emanillah