Şiirlerle Menkibeler
Evliya-ı kiramdan, âlim ve büyük bir zat.
Yılmadan insanlara ederdi hep nasihat.
Bir gün de buyurdu ki: (Ey Müslümanlar, şu an,
Nefs-i emmaresidir insana büyük düşman.
İslam’ın her emrinde, bu nefsi kırmak vardır.
İslam’a uyulursa, o da payını alır.
İstişare eyle ki, bu, nefsi kırar iyi.
Zira nefis, istemez istişare etmeyi.
Eğer yolda giderken, rastlarsan bir mümine,
Önce sen selam ver ki, kırılsın nefsin yine.
Müsafeha edecek olursan yine eğer,
Önce sen el uzat ki, bu dahi nefsi ezer.
Kırıldığın kimseden, önce sen özür dile.
Ki, yine senin nefsin kırılsın böylelikle.
Öfkelenme, halim ol, çok çalış, olma tembel.
Bunların herbiri de, nefsi kırar mükemmel.
Nefsin, bizi en fazla kandırdığı husus da,
Bize hep, (sen haklısın) dedirtir her hususta.
Lakin Resulullahın tavsiyesi bu değil.
Bize, Onun ahlakı olmalı rehber, delil.
Zira o buyurur ki: (Eğer iki Müslüman,
Herhangi ihtilafa düşerlerse bir zaman,
Hangisi, diğerinden özür dilerse önce,
O kimseye, yüksek bir köşk verilir ölünce.
Bunun, mahşer yerinde kefili, benim bizzat.
Köşkün anahtarını, istesin benden o zat.)
Bir gün de buyurdu ki: (Kardeşlerim bu kibir,
Bilin ki, insanların büyük felaketidir.
İki ziynet vardır ki, süsler insanları hep.
Onun biri (tevazu), diğeri (hayâ, edep).
Mevki ve selahiyet, mal çokluğu, zenginlik,
Kabiliyetli olmak, güzellik ve zekilik,
Faikiyet sağlayan bütün bu şeyler de hep,
Felakettir insana, olursa kibre sebep.
Bundan kurtulmanın da çaresi, tevazudur.
Bu da, kulun kendini (hiç) bilmesiyle olur.
Zira kibirlenecek neyin var ki ey insan?
Gece gündüz Rabbine edersin günah, isyan.
Bir damla sudur aslın, ölürsün bugün yarın.
Sayılmayacak kadar, çoktur hem de günahın.
Kendine gel, adam ol, olsan dahi paşa, bey.
Teneşir tahtasında bitecek yarın her şey.
Bugünkü havaların, yarın sona erecek.
Ölüme hazırlan ki, çetin günler gelecek.
Bakmayın şimdi dimdik, ayaktayız, yürürüz.
Yakında, musallada yatarız, hem de dümdüz.
Bir gün Resul-i ekrem, uğrayıp kabristana,
Ağlayınca, eshabı sordular bunu Ona.
Buyurdular ki: (Ölüm, dehşetli bir iş elbet.
Buna hazırlanın ki, başa gelir akıbet.)
Bir gün Hazret-i Ömer, evinde otururken,
Dediler: (Elçi geldi, şimdi Bizans ilinden.)
İçeri girmesine, verildi ona izin.
Girdi elçi içeri, bir husûsu arz için.
Bizans imparatoru, bu elçisiyle meğer,
Göndermiş Halîfeye, bir garip hediyeler.
İlki, bir “Doğan kuşu”, ikincisi, bir “Köpek”.
Ve bir şişe dolusu “Zehir” ki, şiddetli pek.
Arz etti Halîfeye işbu hediyeleri.
Ve anlattı tek be tek, ne ise hünerleri.
Dedi: (Bu “Doğan kuşu”, avcıdır ki pek yaman,
Olmadı bugüne dek, pençesinden kurtulan.
Bu “Tazı köpeği” de, kaçırmaz bir avını.
Görmedik bunca zaman, elinden kurtulanı.
Bu “Zehir”e gelince, pek fazla te'sîrlidir.
Zerresi, bir insanı öldürmeye kâfidir.
Varsa bir düşmanınız, halkınızın içinde,
Ondan kurtulursunuz, bu zehir sayesinde.)
Dinledi o elçiyi, o gün Hazret-i Ömer.
Lâkin bu sözlerine, vermedi hiçbir değer.
Buyurdu ki: (Ey kişi, bir şey diyeyim sana.
Methettiğin bu kuştan, fayda gelmez insana.)
Çözdürüp bağlarını, sonra o kuşcağızın,
Onun gözü önünde, salıverdi ansızın.
Sonra da buyurdu ki: (Bu köpek de lüzûmsuz.
Zincire bağlamışsın, bak hayvan çok huzûrsuz.)
Emir verip, çözdürdü onu dahî ânında.
Saldı sonra dışarı, o elçinin yanında.
Sonra, aldı eline o “zehir şişesi”ni.
O anda, korku sardı Bizans’ın elçisini.
Buyurdu ki: (Ey kişi, dedin ki biraz önce:
“Zerresi, bir insanı öldürüyor hemence.”
Bunu, düşmana karşı tavsiye ediyorsun.
"Onlardan, bu zehirle kurtulursun" diyorsun.
Lâkin yoktur halkımdan bir kimse, bana düşman.
Tek düşmanım vardır ki, nefsimdir o da şu an.)
Elçi, merak içinde süzerken kendisini,
Yaklaştırdı ağzına, o "zehir şişesi"ni.
Peşinden, “Besmele”yi okuyup ihlâs ile,
İçti bütün zehiri, kalmadı biraz bile.
Elçi bunu görünce, dehşete düştü birden.
Kaybetti kendisini, o anda hayretinden.
Ayılıp, Halîfeyi sapa sağlam görünce,
Kalbi, "islâmiyyet"e meyletmişti iyice.
Kapandı Halîfenin, nûrlu ayaklarına.
Şehâdeti getirip, derhâl geldi îmâna.
Gitmedi ondan sonra Bizans’a tekrâr geri.
“İslâma hizmet” ile, geçti kalan günleri.
“İmâm-ı Gazâlî”nin talebesinden bir zât,
Mektup yazıp, İmâm’dan istedi bir nasîhat.
O dahî cevap yazıp, buyurdu ki: “Evlâdım!
Sana, sonsuz seâdet ihsân etsin Allahım.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Bir insan,
Dünyâ ve âhiret'e fâidesi olmıyan,
Şeylerle uğraşırsa, bu, vakti öldürmektir.
Bu da, "Allah o kulu hiç sevmiyor" demektir.”
Ve yine buyurdu ki: “Îmân eden bir kimse,
Bir saatlik vaktini "günâh"ta geçirirse,
Bunun için, ne kadar üzülse yeri vardır.
Çünkü af olunmazsa, "azâb"a yakalanır.”
Oğlum, kolay ise de, nasîhat, öğüt vermek,
Lâkin nefse zor gelir, dinleyip kabûl etmek.
Hele dünyâ zevkleri ardınca koşanlara,
Nasîhat acı gelip, hiç bakmazlar bunlara.
Oğlum, kurtulmak için âhiret'te, en evvel,
Emir ve yasakları bilmelidir mükemmel.
Sonra da, buna göre amel eylemelidir.
Zîrâ amelsiz ilim, insana zarar verir.
Çünkü mahşer yerinde, bu ilim sâhipleri,
“Bilmiyordum” dese de, geçmez bu özürleri.
Cüneyd-i Bağdâdî’yi, biri görüp rüyâda,
Sordu: “Sizin hâliniz nice oldu burada?”
Buyurdu: “Tasavvufta edindiğim bilgiler,
Keşf ve kerâmetlerim, hebâ olup gittiler.
Yalnız bir gece vakti, kıldığım iki rekât,
Namâzım var idi ki, o bana etti imdât.”
Oğlum, insan, çok ıssız bir dağda ilerlerken,
Karşısına, yırtıcı bir "arslan" çıksa birden,
Yanındaki silâhı kullanamazsa eğer,
O arslandan kurtuluş olur mu hiç müyesser?
Ve yâhut da bir kişi, "hasta" olsa faraza,
Teşhîsini öğrenip, ilâcını da alsa,
İlâç, o hastalığa gelse de gâyet iyi,
Onu kullanmadıkça yapar mı tedâvîyi?
Bunun gibi bir insan, her ilmi, ince ince,
Bilse de, fayda görmez amel eylemeyince.
“Îmân”, kalben inanmak olsa da her ne kadar,
Fakat ibâdetlerle cilâlanır ve parlar.
Hattâ îmân, bir “Mum”a benzetilirse eğer,
“Cam fener” gibidirler etrâfında ameller.
Nasıl çabuk sönerse, mum, feneri olmadan,
Îmân da çabuk söner, ibâdet yapılmadan.
İbâdet yapmak dahî, gerektirir “İhlâs”ı.
İhlâssız amellerin, olmaz kula faydası.
İyi bir iş yaparken, bir kimse görse eğer,
"Sevinç" hâsıl olursa, bu, ihlâsı zedeler.
Çünkü amel, yapılır, sâdece “Allah için”.
Bu ihlâs olmadıkça, kurtulamaz ins ve cin.
İlim, amel, ihlâsı edinse de bir insan,
Cennete girmek için, gerekir yine “İhsân” .
Hiçbir kimse, Cennete giremez ameliyle.
Ancak girebilirler “İhsân-ı ilâhî”yle.
Fakat Hak teâlânın ihsânına kavuşmak,
Onun emirlerini yapmakla olur ancak.
Kim ihlâsla yaparsa Rabbine ibâdeti,
Elbette vâsıl olur ona Hakk’ın rahmeti.
“Hazret-i Âişe”den “radıyallahü anhâ”,
Nakledilir: Evimde idim ki tek ve tenhâ,
İçeri, Resûlullah teşrîf etti bir yerden.
Saygı için, ayağa kalkıyordum ki hemen,
“Kalkma!” deyip, oturdu gelip yanıbaşıma.
Sonra, koyup uyudu başını kucağıma.
Sakal-ı şerîfinde saydım tam “Dokuz” adet,
Beyazlanmış kıl vardı, mahzûn oldum be gâyet.
Düşündüm ki: “Dünyâ'dan giderse benden önce,
Ümmeti, Peygambersiz kalacaktır böylece.”
Ağlayıp, gözlerimden boşandı yaşlar o gün.
Düştü bir damlası da, nûr yüzüne Resûl'ün.
O zaman Resûlullah uyanarak uykudan,
Buyurdu: “Yâ Âişe, nedir seni ağlatan?”
Arz ettim düşüncemi, buyurdu: “Yâ Âişe!
Hangi hal şiddetlidir ölü olan kişiye?”
Dedim ki: “Hânesinden götürüldüğü hâli,
Çok üzüntülü olup, ağlar bütün iyâli.”
Buyurdu: “Yâ Âişe, doğru, bu çok çetindir.
Bundan daha şiddetli acabâ hangisidir?”
Dedim: “Kabre konup da, üzeri örtülünce,
Ameliyle başbaşa kalır, herkes gidince.”
Buyurdu: “Yâ Âişe, doğrudur söylediğin.
Bundan daha şiddetli ne vardır meyyit için?”
Sükût edip, edeble arz ettim ki hem dahî:
“Allah ve Resûlullah bilirler daha iyi.”
Buyurdu: “Yâ Âişe, daha da zoru vardır.
Gâsilin yıkamaya başladığı zamandır.
Parmağından, yüzüğü çıkarıp, başlar işe.
Elbisesi, rütbesi, çıkarır ne var ise.
O zaman “çıplak” görüp, ruh kendi bedenini,
Bir üzüntü, pişmânlık kaplar hemen kendini.
O kederli hâliyle eder ki öyle feryât,
İnsan ve cinden gayri işitir her mahlûkât.
Bu çıplak hâli, ona, gelir ki öyle acı,
Başucuna gelir ve der ki: “Ey yıkayıcı!
Yavaş tut bedenimi, zîrâ çok çekti zahmet.
Dikkat et de, çekmesin daha fazla eziyyet.”
Teneşire gelince, der ki: “Ricam var benim.
Suyu sıcak etme ki, incinmesin bedenim.”
Kefene sarılırken, nidâ eder bir daha.
Der ki: “Yakınlarımı göreyim son bir defâ.
Beni bu halde görüp, hiç feryât etmesinler.
Onlar da, çünkü yarın ölürler birer birer.”
Musallâya gelince, seslenir: “Ey iyâlim!
Bakın, ibret alın ki, böyledir işte hâlim.
Ayrılık günü yoktur bunun gibi dünyâ'da.
Elvedâ, kıyâmette görüşürüz bir daha.”
Namâzı kılınıp da, omuzlarda giderken,
Der ki: “Yavaş götürün, incinirim yoksa ben.”
Kabirde seslenir ki: “Ey dostlarım, şimdi siz,
Beni, bu ıssız yerde bırakıp gidersiniz.
Başbaşa kalırım ki mezarda amelimle,
Olmaz hiç ilgilenen bu kabirde benimle.”
İmâm-ı Gazâlî'nin, “İhyâ-yı ulûm”unda,
Şöyle buyurmaktadır “Can verme” husûsunda:
Can verme'nin acısı öyle şiddetlidir ki,
Başka bütün acılar, ona göre nedir ki?
Bir kimsenin önünde, yalnız bu olsa şâyet,
Dünyâ'da hiçbir şeyden alamaz tad ve lezzet.
Bir kimse düşünse ki, çok zâlim, gaddâr biri,
Her an için, evinden girebilir içeri.
Hattâ vurup bir şeyle, kendisini öldürür.
O kimse, her an için ancak bunu düşünür.
Ve aslâ bu korkuyla yatamaz, uyuyamaz.
Yediği yemekten de hiçbir lezzet alamaz.
Hattâ yemek yiyemez, bunun düşüncesinden.
Yatıp uyuyamaz da, “Ölüm” endîşesinden.
Ölüm de, her an için gelebilir herkese.
Hattâ ecel, herşeyden yakındır daha bize.
Ayrıca can vermenin öyledir ki şiddeti,
Yoktur onun yanında, başka şeyin kıymeti.
Yetmiş "Kılıç darbesi” vurulsa da birine,
Can verme acısının yanında “Hiç”tir yine.
Susuyor görünse de, can çekişen bir insan,
Tükendiği içindir tâkati o acıdan.
Çünkü o şiddet ile, çekilir el ve ayak.
Bunun ne olduğunu, tadanlar bilir ancak.
Resûlullah, gitmişti bir hastanın yanına.
Gördü ki, onun rûhu dayanmış boğazına.
Buyurdu: “Ben bilirim, bunun ne olduğunu.
Damarları içinden çekiyorlar rûhunu.”
Hazret-i Alî dahî buyurdu ayriyeten:
“Bana, kılıç darbesi kolaydır can vermekten.”
Peygamberlerden biri, bir gün bir kabristanda,
Gelip durdu, herhangi bir mezarın yanında.
Allahü teâlâya yalvardı ki o vakit:
“Yâ Rabbî, bu mevtâya hayat ver, onu dirilt!”
Onun bu duâsıyle, dirilip kalktı hemen.
Dedi: “Buyur efendim, emriniz nedir benden?”
Ona, “Ölüm” hakkında sorunca o Peygamber,
Dedi: “Bu büyük işten, vereyim sana haber.
Öleli, elli sene olduğu halde bu gün,
Hâlâ unutamadım acısını ölüm'ün.”
Mü’min, ameli ile bâzı derecelere,
Kavuşsa da, eremez daha da yücelere.
Lâkin “Can acısı”nı çekince o an insan,
O yüksek dereceler, edilir ona ihsân.
Bir kâfir de, dünyâ'da yaptıysa bir iyilik,
Ona da, bu acıdan verilir bir hafiflik.
Onun karşılığını, dünyâ'da almış olur.
Âhiret'te rahmetten, onlara zerre yoktur.
Teslim eylediğinde “Mûsâ Nebî” rûhunu,
Sordu Allah, acının ne miktar olduğunu.
Dedi: “Sanki içimde, bir dikenli çalı var.
Onu tutup, ağzımdan kuvvetle çekiyorlar.
Çalının her dikeni, takılmış bir yerlere,
Çektikçe, o yerleri ediyor pâre pâre.”
Îsâ Peygamber ise buyurdu ki bir zaman:
“Bana duâ edin de, can vermem olsun âsân.”
Resûl-i ekrem dahî duâ etti ki şöyle:
“Yâ Rabbî, can vermeği bana da kolay eyle.”
“İmâm-ı Gazâlî” ki, âlim ve velî bir zât.
“Dünyâ hırsı” hakkında şöyle eder nasîhat:
Çok yaşamak hırsının sebepleri ikidir.
Biri “Dünyâ sevgisi”, öteki “Câhillik”tir.
Birinci şöyledir ki, kim severse "dünyâ"yı,
Bu sevgiden ötürü, istemez ayrılmayı.
Ölüp ayrılanları görünce de, bu sefer,
Hiç sevimli bulmayıp, "ölüm"den nefret eder.
Uzaklaştırmak ister ölüm'ü kendisinden.
Hatırlamak istemez, silmek ister zihninden.
Onu unutmak için, dalar yeme içmeye.
Verir hem kendisini oyun ve eğlenceye.
İster ki, bu dünyâ'da çok uzun yaşıyayım.
Didinip fazla para, fazla eşyâ yığayım.
Hep bunları düşünür, hep buna kafa yorar.
Dünyâlık ne görürse, elde etmek arzular.
Hatırına gelse de “âhiret” arada bir,
Der ki: “Daha vakit var, o, sonra olabilir.”
Yaşı ilerledikçe, der ki o bu sefer de:
“Sabret, âhiret için çalışırsın ilerde.”
Az daha yaşlanınca, der ki: “Henüz çok erken.
Şu işlerimi dahî bitireyim ölmeden.
Çocuklarımı dahî iş sâhibi yapayım.
Ve onları, kimseye muhtâç bırakmıyayım.
Şu dünyâ işlerine vereyim de nihâyet,
Daha sonra oturup, yaparım hep ibâdet.”
Onları da yapınca, der ki: “Kaldı bir işim.
Onu da yapayım da, rahat etsin şu içim.
Sonra ben yığamazsam yeterince mal, servet,
Yaptığım ibâdetten, alamam tad ve lezzet.”
Bitirmeye bakarken lâkin o bu işleri,
Bitenlerin yerine, eklenir yenileri.
Âhiret işlerini tehir eder durmadan.
Lâkin hiç kurtulamaz, düştüğü bu bataktan.
Yarın, öbürgün derken, nihâyet “Ölüm” gelir.
Hasret ve üzüntüyle ayrılıp gidiverir.
Ekseri dolduranlar Cehennemin içini,
Bu tehir edenlerdir hep âhiret işini.
Nitekim Resûlullah buyurdu ki: “Ey insan!
“Her neyi seversen sev, ayrılacaksın ondan”.
Çok yaşamak arzusu, "Câhillik"ten de gelir.
İlmi olmadığından, gençliğine güvenir.
Bilmez ki bu ölenler, değil sırf ihtiyarlar.
Çocukken ve genç yaşta ölen nice insan var.
Çünkü ecel, tanımaz "genc"i ve "ihtiyar"ı.
Hattâ genç ölenlerin daha çoktur miktârı.
Sonra o zanneder ki, ölmeden daha önce,
Bir hastalık gelir de vefât eder öylece.
Halbuki niceleri vardır ki ölenlerden,
Âniden ölmüşlerdir, bir hastalık gelmeden.
Nitekim bir çokları otururken, ayakta,
Yürürken, yemek yerken ölüyor kimi hattâ.
Hastalık gelse dahî, ânî gelir o da hep.
Bunları görmemeye, “Câhillik”tir tek sebep.
O halde "ölüm" her an, herkese gelebilir.
Âhiret işlerini etmemeli hiç tehir.
“Güneş” gibi, dâima tutmalı göz önünde.
Böyle yapan, kurtulur yarın mahşer gününde.
“Ölüm'ü hatırlamak”, esâsen dört kısımdır.
Birincisi, “Gâfil”in ölüm'ü anmasıdır.
O, hatırlasa bile ölüm'ü zaman zaman,
Alamaz kendisini "Dünyâ'ya sarılmak"tan.
Hattâ hatırladıkça, sarılır daha fazla.
Ayrılığı düşünüp, ölüm'ü sevmez aslâ.
Bu yüzden kötü bilip, zemmeder ölüm'ü hep.
Der ki: “Bu, başımıza ne zaman gelir acep?
Yazık ki, ben de bir gün ölüp ayrılacağım.
O zaman ne olacak evim, barkım, ocağım?
Arzu ve emellerim, hep yarıda kalacak.
Benim kazandığımı, vârislerim alacak.”
Ölüm'ü düşündükçe, keder çöker içine.
Ve düşer bu dünyâ'dan ayrılık ateşine.
Gâfillerin, ölüm'ü bu türlü anmaları,
Daha uzaklaştırır Rablerinden onları.
İkinci kısım ise, “Tövbe eden bir kul”dur.
Ölüm'ü hatırlayıp, pişmânlığı çok olur.
Yaptığı günâhlara üzülüp, olur nâdim.
Der ki: “Bu günâhlarla ne olur benim hâlim?”
Kaçırdığı fırsatı çalışır telâfîye.
Çok ister kavuşmayı gufrân-ı ilâhîye.
O, kötü bilmese de, ölüm'ü onlar gibi,
Erken gelmesini de istemez tabii ki.
Çünkü hazır değildir ölüm için o daha.
İstemez o hâliyle, vâsıl olsun Allaha.
Her ne kadar ölmeyi istemese de erken,
Lâkin olmaz zararı, bu hâlis niyetinden.
Çünkü arzu eder ki, baksın hazırlığına.
Öyle çıksın mahşerde, Rabbinin huzûruna.
Üçüncü kısım ise, “Ârif” ve “Velîler”dir.
Bunlar istemezler ki, eceli etsin tehir.
Çünkü onlar, âşıktır Allahü teâlâya.
Can atarlar ölüp de Rablerine varmaya.
Ölüm'ü, yâdlarından çıkarmazlar bunlar hiç.
Çünkü ölüm'le gelir bunlara “Büyük sevinç”.
Kavuşmaktan başkaca olmaz bir gâyeleri.
Bundan ileri gelir ölmek istemeleri.
Bunlar, yalnız "Ölüm"le bulurlar huzûr, rahat.
Çünkü ancak ölüm'le mümkün olur bu vuslat.
Zâten "Ölüm", köprüdür, dünyâ'dan âhiret'e.
Bunlar da ölüm ile kavuşurlar rahmete.
Bunların da üstünde bir derece vardır ki,
Onlar da düşünürler ölüm'ü, şu farkla ki,
Ölüm'ün gelmesinde, bu çok yüksek zevâtın,
Yoktur bir fikirleri, geç olmuş, ya da yakın.
Hakk’a bırakmışlardır, onlar her hâdiseyi.
O, ne takdîr ederse, beğenirler o şeyi.
Kendi arzularından ileri geçmişlerdir.
Murâd-ı ilâhîyi, murâd edinmişlerdir.
“Rızâ derecesi”ne varmışlardır ki onlar,
Kalmamıştır onlarda şu veyâ bu arzular.
Takdîr-i ilâhîye eğmişlerdir tam boyun.
O, ne takdîr ederse, derler ki: “Budur uygun”.
“Ölüm” ile “Hayât”ın, onlarca farkı yoktur.
Ancak böyle bulurlar onlar rahat ve huzûr.
Öyle dalmışlardır ki aşkullaha bu kullar,
Onları, başka şeyler etmez pek alâkadar.
“Âhiret yolcusu”dur esâsında bu kullar.
Dünyâ, bir konaktır ki, burada az dururlar.
Asıl maksat şudur ki bu dünyâ'da durmaktan:
Hep hazırlık yapılsın âhiret'e durmadan.
Bu dünyâ'da, insana iki şey gereklidir.
Biri kalp, yâni “Gönül”, ötekisi “Beden”dir.
Kalbin asıl gıdâsı, “Allah sevgisi”dir ki,
Gıdâsı verilmezse, ölür o, kalmaz diri.
Bir gönül, tutulmuşsa Hâlık'ından gayriye,
O kalp “Hasta” demektir, muhtaçtır tedâvîye.
Bedeni de koruyup, beslemek lâzım elbet.
Çünkü onunla olur Hakk’a kulluk ve hizmet.
Lâkin lüzûmu kadar uğraşmalı ki buna,
Zîrâ maksat bu değil, "Kalp" ve "Ruh"tur bir kula.
Bu beden fânîdir ki, âkıbet ölecektir.
Lâkin ölmez kalp ve ruh, insan da “Ruh” demektir.
Hacca giden insanın olur ya bir bineği,
İşte bunun gibidir rûh'a göre "beden"i.
Ne miktar uğraşırsa bu binekle o yolda,
O kadar uğraşmalı kendi vücûduyla da.
Hep ona ayırırsa bütün vakitlerini,
Yolundan geri kalıp, helâk eder kendini.
Zarûrî ihtiyaçlar ne ise beden için,
Bu kadar uğraşması kâfi gelir kişinin.
Bunlar da “Yemek” ile, “Elbise” ve “Mesken”dir.
Bunları temin etmek, elbette ki elzemdir.
Lâkin bundan daha çok harcederse vaktini,
İhmâl eder bu sefer, rûhu ile kalbini.
Halbuki beden değil, “Kalp” idi gâye asıl.
Cennet nîmetlerine, onunla olur vâsıl.
Dünyâ, “Devamlı” gibi gösterir kendisini.
Lâkin "Yok" olacaktır, aldatır öyle seni.
Dünyâ, sana “Dost” gibi görünürse de şu an,
Halbuki sonra sana kesilir büyük "düşman”.
Dünyâ'nın dışı süslü, tâze, güzel sanılır.
Lâkin “Zehir”dir içi, yiyenleri aldatır.
Dünyâ'ya, lüzûmundan daha çok sarılanlar,
Sonunda pişmân olup, hakîkati anlarlar.
Kalbi, “Dünyâ malı”na bağlı ise kulun hem,
Ölürken, daha fazla çeker acı ve elem.
Onlar “Deniz suyu”nu içenlere benzer ki,
Tuzlu suyu içtikçe, çoğalır harâreti.
Yandıkça daha içer, İçtikçe daha yanar.
İçe içe ölür de, suya kanmaz o zinhâr.
Bir “Misâfirhâne”dir bu dünyâ esâsında.
"Yolcu"nun, gözü olmaz bu yerin eşyâsında.
Çünkü o, muvakkaten ikâmet etmektedir.
Birkaç gün kalıp sonra, ayrılıp gidecektir.
Bu hanın eşyâsına gönül bağlarsa eğer,
Onlardan ayrılınca, üzülür, feryâd eder.
Lâkin hiç göz dikmezse, hanın eşyâlarına,
Ayrılıp gittiğinde, üzüntü olmaz ona.
Çünkü insan, dünyâ'da “Âhiret yolcusu”dur.
Varacağı yer ise, dehşetli, korkuludur.
Burada o yer için yapmazsa bir hazırlık,
Azaplara düşerek, kendine eder yazık.
Kul, haramdan kaçınıp, yaparsa farzı eğer,
Azaplardan kurtulup Cennete duhûl eder.
"İmâm-ı Gazâlî"nin buyurmuş oldukları,
Güzel nasîhatlardan, şunlardır bâzıları:
(“Şükür”, Hakkın verdiği ne varsa nîmet, hayır,
Onun sevdiği yerde harcayıp kullanmaktır.
"Nîmet", Onun rızâsı dışında harcanırsa,
“Küfrân-ı nîmet” olur Ona karşı bilhassa.
Musîbet gelince de, sabretmek lâzım gelir.
Çünkü o, senin için, belki de bir "Nîmet"tir.
Belâların içinde, yoktur ki bir tânesi,
Olmasın onun sana, gizli bir fâidesi.
Ey insan, Hak teâlâ görür her işimizi.
Ve bizden iyi bilir, niyet ve içimizi.
Mâdem ki Allah bizi biliyor, görüyor hep,
O halde etmek lâzım O'ndan hayâ ve edeb.
Aklı olan bir kişi, demeli ki nefsine:
(Ey nefsim, fazla uyma hevâ ve hevesine.
Çünkü asıl sermâyem, "Ömrüm"dür bir tek benim.
Ve bu kısa ömürden, başkaca yok bir şeyim.
Öyle ki, bu dünyâ'da verdiğim her bir nefes,
Çıkınca, hiçbir şeyle, bir daha geri gelmez.
Bu anlar, bu nefesler, sayılıdır hem dahî.
Yâni ömür, gün be gün azalıyor Vallahi.
"Ebedî seâdet"i ele geçirmek ise,
bu günkü işlerinle ilgili bir hâdise.
Öyle ise ey nefsim, sonsuz seâdet için,
Ne yaptın geçen günler? Ne oldu bu gün işin?
Bir şey yapamadınsa bu yolda eğer şu an,
Var mıdır senin için, bundan büyük bir ziyân?
Eğer “Yarın yaparım” diyorsan, aldanırsın.
Ecel önce gelir de, pişmân olup kalırsın.
Çünkü ölüm, kimseye vakit bildirmemiştir.
“Şu gün, yâhut şu zaman gelirim” dememiştir.
Bir şey yapacak isen, çabuk tut ki elini,
Bilmiyorsun "Ecel"in ne gün geleceğini.
Hadîste buyurdu ki zîrâ Peygamberimiz:
“Yarın yaparım diyen, helâk oldu, biliniz!”
O halde şu ânının, iyi bil kıymetini.
Günâhları terk edip, tam yap ibâdetini.
Zor geliyor ise de bunları bu gün yapmak,
Nerden biliyorsun ki, yarın kolay olacak?
Kabûl olan ibâdet, vaktinde yapılandır.
Geciktirmekte ise, îtirâz, inat vardır.
Ey nefsim, sen Allahın pek âciz bir kulusun.
Ve Onun her emrini yapmaya da mahkûmsun.
Eğer inanıyorsan ahkâm-ı dîniyyeye,
Ne lüzum görüyorsun onu geciktirmeye?
Emri geciktirmek de, "Suç"tur hâlis kul için.
Öyleyse hep vaktinde olmalı her bir işin.)
Günâhta ısrâr etmek, iki sebepledir ki,
"Dînin haberlerine inanmamak"tır ilki.
İkinci sebep ise, nefsi çok kuvvetlidir.
Günâhın lezzetinden vazgeçememektedir.
Lâkin nefis, güçlü bir düşmanıdır insanın.
Gâyesi, “Sâhibini yakmaktır” çünkü yarın.
Resûlullah buyurdu: "Ateş"i cenâb-ı Hak,
Yaratınca, Cibrîl’e emretti ki: “Ona bak!”
Cehenneme bakınca Cibrîl-i emîn dahî,
Dehşet ve şiddetinden dedi ki: “Yâ ilâhî!
Bunu, bu hâli ile insanlar bilse eğer,
Bu şiddetli azâba, aslâ girmez kimseler.”
Bu sefer etrâfında “Şehvetler” eyledi halk.
Ve Cibrîl-i emîne buyurdu: “Bir daha bak!”
Baktığında gördü ki, nefse tatlı, hoş gelen,
Ne varsa, Cehennemin etrâfında tamâmen.
Dedi ki: “Bu kadar çok olunca lezzet ve haz,
Cehenneme girmiyen, bir kişi bile kalmaz.”
Daha sonra “Cennet”i yarattı cenâb-ı Hak.
Ve Cibrîl-i emîne buyurdu: “Buna da bak!”
Cennet nîmetlerini görünce etti ki arz:
“Bu Cennete girmiyen, bir kişi bile olmaz.”
Onun da etrâfında bu sefer cenâb-ı Hak,
Çeşitli “Sıkıntılar, mihnetler” eyledi halk.
Sonra da buyurdu ki: “Bir daha eyle nazar!”
Baktı ki, orada hep her dert ve sıkıntılar.
Dedi ki: “Bu kadar çok sıkıntı, dert ve belâ,
Olunca, buna giden bir kimse olmaz aslâ.”
Günâhlara ısrârda, ikinci mühim sebep,
Tövbe ve istiğfârı "Sonra"ya bırakır hep.
Der ki: “Şu da olsun da, sonra tövbe ederim.”
Böylelikle tövbeyi, tehir eder her dâim.
Çünkü o, uzak görür ölüm'ü kendisine.
Halbuki "Çok yakın"dır ölüm ona aksine.
Ölüm'ü, göz önüne her an getirmelidir.
Çünkü hiç belli olmaz, belki de şimdi gelir.
“Hayır!” diyemiyorsa nefsinin şehvetine,
Nasıl dayanacaktır "Cehennem ateşi"ne?
Doktor, yasak edince çok sevdiği bir şeyi,
Sıhhatini düşünüp, terk eder o nesneyi.
Lâkin buyuruyor ki Kur'ânda cenâb-ı Hak:
“Günâh işliyenleri, yakacağım muhakkak.”
Allahın kelâmına, bir "doktor sözü" kadar,
Ehemmiyyet vermeyip, işleniyor günâhlar.
“Yarın tövbe ederim” diyene, demeli ki:
“Yarına çıkmak için, senedin var mı peki?”
Resûlullah buyurdu: “Cehennemdekilerin,
Çoğu, tehir yüzünden feryâd eder pek hazîn.”
Bunlar şuna benzer ki, bir kimseye, faraza,
“Şu ağacı kes!” diye, bir emir veren olsa,
Der ki: “Onu kesmeye, şimdi yoktur kuvvetim.
Dursun da, öbür sene daha kolay keserim.”
Lâkin öbür seneye, kök salar daha fazla.
Daha da kavî olup, kesemez onu aslâ.
“Allah affeder” diye düşünürse biri de,
Denir ki: “Hak teâlâ affetmiyebilir de.”
Îmân, ibâdetlerle kuvvet bulmazsa eğer,
"Susuz ağaç" misâli, bir gün kurur ve biter.
Habîbine, Kur'ânda buyurdu cenâb-ı Hak:
“Sen elbet yaratıldın, güzel huylu olarak.”
Çok insanın, islâma girmelerine sebep,
Onun iyi huyu ve güzel ahlâkıdır hep.
Resûlullah buyurdu: “Mîzâna konanların,
İçinde en ağırı, güzel ahlâktır yarın.”
Biri, Resûlullaha "Din nedir?" diye sordu.
Resûlullah cevâben, “Güzel huydur” buyurdu.
Sordu aynı suâli, sağdan, soldan, arkadan.
Aldı aynı cevâbı yine Resûlullahtan.
“Amellerin üstünü nedir?” diye sordular.
Buna da, “Güzel huylu olmaktır” buyurdular.
Bir kimse de, Resûl'den isteyince nasîhat,
Buyurdu ki: “Herkesle iyi geçin her saat.”
Bir kadını, Resûl'e methedip dediler ki:
“Gece, hep namâz kılar, oruçtur gündüzleri.
Lâkin komşularını incitir bâzı işte.”
Buyurdu ki: “O kadın, Cehennemliktir işte.”
Buyurdu: “Güneş nasıl eritirse karları,
Güzel huylu olmak da, yok eder günâhları.”
Ve buyurdu ki: “Sirke, bozarsa balı nasıl,
Kötü huy da, ameli öyle bozar velhâsıl.”
Buyurdu ki: “Her kimin ahlâkı güzel ise,
İbâdet yapmış gibi, sevap alır o kimse.”
Abdullah bin Mübârek, ahlâkı kötü olan,
Biriyle, bir seferde yoldaş oldu bir zaman.
Ondan ayrıldığında, başladı ağlamaya.
Niçin ağladığını sordular gidip ona.
Buyurdu ki: “Ayrılıp gittiyse de yanımdan,
Lâkin kötü huyları ayrılmadılar ondan.”
Hasan-ı Basrî der ki: “Ahlâk iyi değilse,
Eziyet etmiş olur kendisine o kimse.”
Enes bin Mâlik der ki. “Güzel huy sâhipleri,
Kazanırlar Cennette yüksek dereceleri.
Huyu kötü olan da, etse de çok ibâdet,
Cehennem azâbına düşebilir nihâyet.”
Nasıl ki her binânın temeli, aslı vardır,
İslâmın temeli de, yine “Güzel ahlâk”tır.
Bir gün Hasan Basrî’ye suâl etti bâzı halk.
Dediler ki: “Efendim, nedir bu güzel ahlâk?”
Buyurdu: “Güler yüzlü, tatlı dilli olmaktır.
Ve bir de hiç kimseye kötülük yapmamaktır.”
Hazret-i Alî der ki: “Üç şeydir güzel ahlâk.
Haramları terk edip, emirlere sarılmak.
Biri de, ev halkıyle olarak alâkadar,
Kolaylık göstermektir mümkün olduğu kadar.”
Güzel huy, "fıtrat" ile yakından ilgilidir.
Lâkin çalışmakla da elde edilebilir.
En kolay yolu ise, ahlâkı güzel olan,
Kimselerin yanında bulunmaktır çok zaman.
Yâni “Sâlihler” ile bulunmalıdır ki hep,
Huyun düzelmesine, en iyi budur sebep.
Kötü kimselerle de arkadaşlık yapmaktan,
"Arslandan kaçar" gibi kaçmalıdır her zaman.
Çünkü arslan, insanın alırsa da canını,
Alır "kötü arkadaş", dînini, îmânını.
Bu mübârek zâtların hürmetine ilâhî!
İyi huylu olmayı ihsân et bize dahî.
İsrâiloğulları zamanında, bir kişi,
Vardı ki, hep ibâdet yapmaktı onun işi.
Halk ona dediler ki: “Filân yerde bir "Put" var.
Tanrı diye tapıyor ona bâzı insanlar.”
O bunu işitince, içerledi pek fazla.
O putu kırmak için, yola çıktı "ihlâs"la.
O, "hâlis niyet" ile giderdi ki o yöne,
Bir insan kılığında “Şeytan” çıktı önüne.
Ve mâni olmak için, dedi ki: “Ey arkadaş!
Böyle nere gidersin, balta ile pür telâş?”
Dedi ki: “Bir put varmış, gidiyorum kırmaya.
Böylece insanları, o puttan kurtarmaya.”
Dedi ki: “Onu kırmak, senin işin değildir.
Sana, ibâdet etmek daha fâidelidir.
Sen onu kırsan bile, yenisini yaparlar.
Hemen dön ki geriye, bu, çok yanlış bir karar.”
Lâkin o, “İhlâs ile” çıktığından yoluna,
Aldanmadı şeytanın bu alçak oyununa.
Bu sefer şeytan dedi: “Geçemezsin buradan!”
Şiddetli bir kavgaya tutuştular o zaman.
Âbid, onu bir anda tuttu ve yere vurdu.
Sonra, öldürmek için üzerine oturdu.
Şeytan dedi: “Ey âbid, müsâde et de biraz,
Çok mühim bir husûsu edeceğim sana arz.”
O müsâde edince, ayağa kalktı şeytan.
Dedi ki: “Beni dinle, o putu kırma şu an.
Çünkü onu kırmayı etseydi Allah murâd,
Elbet Peygamberine verirdi bir tâlimât”.
Âbid yine dedi ki: “Kıracağım mutlaka!”
Şeytan “Olmaz” deyince, başladı yine kavga.
Âbid, yine şeytanı kaldırıp vurdu yere.
Şeytan dedi: “Ey âbid, bak dinle son bir kere.
Sen fakir bir kimsesin, muhtaçsın el eline.
O putu kırmak ile, ne geçecek eline?
Yastığının altına, her sabah, "iki altın",
Bırakayım, al kullan, o putu kırma sakın!”
Bu defâ aldanarak, bu fikre etti meyil.
Dedi: “Doğru söylüyor, bu benim işim değil.
Altınların birini, kendime sarfederim.
İkincisini dahî bir muhtâca veririm.”
Eve gelip yattı ve sabaha kalktığında,
Gördü “İki altın”ı yastığının altında.
İkinci gün de yine, yastığının altından,
Aldı "iki altın"ı, memnundu hayâtından.
Ve lâkin üçüncü gün, altın göremeyince,
Kaçtı bütün neş’esi, hiddetlendi bir nice.
Baltasını kaparak, bir an beklemeksizin,
Düştü yine o yola, o putu kırmak için.
Az ilerde, önüne çıktı yine o şeytan.
Dedi ki: “Dön geriye, geçemezsin buradan!”
Kavgaya tutuştular, lâkin şeytan bu kere,
Âbidi, bir tutuşta kaldırıp vurdu yere.
Âbid dedi: “Pekâlâ, senindir şimdi zafer.
Fakat nasıl oldu da, gâlip geldin bu sefer?”
Dedi: “Önce, "ihlâs"la gidiyordun kırmaya.
Yetmez bizim gücümüz ihlâslı insanlara.
Şimdiyse, gidiyordun "nefse tâbi" olarak.
Nefse uyanı ise, biz yeneriz muhakkak.”
Hak teâlâ buyurdu: “Kul, Allaha ihlâsla,
Tâatten başka şeyle emr olunmadı aslâ.”
Yine buyuruyor ki: “İhlâs, sırrımdır benim.
Dostlarımın kalbine, onu yerleştiririm.”
Muâz bin Cebel der ki: “İhlâs ile amel et.
Az da olsa, mahşerde eder sana kifâyet.”
Mâruf-i Kerhî der ki: “Ey nefsim, bakma halka.
İhlâs ile amel et, kurtulursun mutlaka.”
Ebû Süleymân der ki: “İhlâs ile bir adım,
Atana müjde olsun, budur benim murâdım.”
Bir âlim de diyor ki: “Niyet etmek ihlâsla,
O işin kendisinden müşkildir daha fazla.”
Rüyâda sordular ki büyüklerden birine:
“Hak teâlâ ne yaptı senin amellerine?”
Buyurdu: “Allah için yapmışsam her ne amel,
Onların hiç birine, gelmemiş aslâ halel.
Bir yoldan, ihlâs ile aldığım bir “Taş” vardı.
O bile, mîzânımın "sevap" tarafındaydı.
Fakat buna mukâbil, “Bin altın” değerinde,
Verdiğim sadakayı, göremedim yerinde.
Dedim ki: “Yâ ilâhî, sebep ne, bilmiyorum.
O hayrım, mîzânımda yoktur, göremiyorum.”
O sırada gâibden geldi ki şöyle nidâ:
“Gönderdiğin yerdedir, ne ararsın burada!”
Hemen hatırladım ki, verirken o şeyi ben,
Birisi görmüştü de, “Sevinmiştim” içimden.
Süfyân-ı Servî der ki: “İşlediğin bir işin,
Aleyhinde değilse, nîmettir senin için.”
Biri de, cihâd için, ihlâsla gitti harbe.
Bir kimseyi gördü ki, satıyor “Ucuz heybe”.
Dedi ki: “Şu heybeyi, bu fiyata alayım.
Filân yerde satarak, para da kazanayım.”
Onu aldı ise de, rüyâ gördü o gece.
Baktı ki, iki melek yere indi hemence.
Birisi, diğerine dedi ki: Bu gâziler,
Allah için cihâda ederler seyr-ü sefer.
Tek tek isimlerini yazıver her kişinin.
Ve not et ki: “Cihâda giderler Allah için.”
Ve lâkin filân adam, giderse de cihâda,
Onun bu niyetine, karışıyor "riyâ" da.
Çünkü “Desinler” diye ve “Gösteriş” olarak,
Gidiyor ki, bu hâli beğenmez cenâb-ı Hak.
Sonra onu gösterip, dedi ki: “Şu kimse de,
Ticârete gidiyor, kendisi bilmese de.”
O bunu işitince, dedi ki: “Ey melekler!
Ben dahî Allah için ederim seyr-ü sefer.”
Melek dedi: “Ey filân, niyetin mâdem iyi,
Ne için satın aldın öyleyse o heybeyi?”
O kimse ağlıyarak, dedi ki ona tekrar:
“Bunu ilerde satıp, edecektim biraz kâr.”
O melek, diğerine dedi ki: “Yaz öyleyse.
Bu, önce Allah için yola çıktı ise de,
Yolda, satın almıştır bir heybeyi, kâr için.
Allah nasıl isterse, öylece hükmeylesin.”
O kimse uyanınca, anladı hatâsını.
Silip attı kalbinden "para" ve "kâr" faslını.
Bunun için büyükler, şöyle buyurmuşlardır:
“Yalnız hâlis işlerden insana fayda vardır.”
“İmâm-ı Gazâlî”den nasîhat istiyene,
İmâm, bir mektup ile buyurdu şöyle yine:
Ey oğlum, iyi bil ki, biz âciz birer kuluz.
Allahü teâlâya ibâdete memuruz.
Kavuşabilmek için ebedî seâdete,
Sarılmamız lâzımdır tâat ve ibâdete.
Günâhtan da şiddetle lâzımdır ki kaçınmak,
Cehennemden kurtuluş, umulur böyle ancak.
Resûlullah buyurdu: “Ölün, ölüm gelmeden.
Görün hesâbınızı, hesâba çekilmeden.”
Hazret-i Alî dahî buyurur ki. “Bir kimse,
Çalışmadan, Cennete girmeyi arzu etse,
O kişi, boş hayâle kapılıyor demektir.
Çünkü kavuşmak için, çalışmak lâzım gelir”.
Hasan-ı Basrî dahî buyurdu: “Çalışmadan,
Cenneti talep etmek, günâhtır, kaçın bundan.”
Büyüklerden biri de bu bapta buyurdu ki:
“Aklı olan bir kimse, bırakmaz ibâdeti.
Gece gündüz, dâimâ ibâdete sarılır.
Çünkü sonsuz rahata, ibâdetle varılır.”
Oğlum, kitap okuyup ilim öğrenmek için,
Bir çok gecelerini harcadın, acep niçin?
İlim öğrenmekteki asıl maksat ve gâyen,
“Dünyâ menfaatleri” idi ise esâsen,
Yâni bu ilim ile, diğer bâzı insana,
“Caka satmak” idiyse, yazıklar olsun sana!
Demek ki, bunca sene boşa gayret etmişsin.
Ve kendini azâba, kendin sürüklemişsin.
Yok eğer bunda gâyen, “İslâma hizmet” ise,
Ve huy ve ahlâkını temizlemek idiyse,
Ne güzel eylemişsin, müjdeler olsun sana.
İnsan, böyle kavuşur sonsuz olan ihsâna.
İşte “Muvaffak insan”, buna denilir ancak.
Buna denir hakîkî istikbâli kazanmak.
Ey oğlum, bu dünyâ'da yaşasan da ne kadar,
Sonunda öleceksin, bu, açık ve âşikâr.
Sımsıkı sarılsan da bu "dünyâ zevkleri"ne,
Bir gün ayrılacaksın hepsinden tek tek yine.
Ve yine bu dünyâ'da ne istersen onu yap.
Lâkin bil ki, sorarlar hepsinden bir bir hesap.
Îmânı, ibâdeti tam öğrenmeden önce,
“Para kazanmak” için çalışırsan gün gece,
Ömrünü, boş şeylerle hebâ etmiş olursun.
Eğer böyle edersen, sana yazıklar olsun!
“İncîl” de okudum ki, öldüğünde insanlar,
Tabuta konulup da, tâ ki mezara kadar,
Hak teâlâ, o kula “Kırk suâl” soracaktır.
Bunlara cevap vermek, kolay olmıyacaktır.
Birincisi şudur ki: “Ey kulum, ne ki sebep,
Yaşadığın müddetçe, "dünyâ"ya çalıştın hep?
“İnsanlar sevsin” diye uğraştın da bu kadar,
Neden benim sevgime etmedin hiç îtibâr?
Halbuki düşünseydin, görürdün ki esâsen,
Benim ihsânlarıma gark olmuşsun tamâmen”.
Ey oğlum, Allah bunu soracaktır tabii,
Lâkin sen, oyunlara dalmışsın "çocuk" gibi.
Dünyâ lezzetlerine bir türlü doymuyorsun.
“Sağır” ve “Körler” gibi görmüyor, duymuyorsun.
“Peygamber Efendimiz” buyurdu ki: İnsanlar,
Ölüp kabre girince, konuşur ona mezar.
Der ki: “Ey insan oğlu, beni biliyordun da,
Niye gururlanırdın, geldiğin o yurdunda?
Benim, dar ve karanlık, içimde yılan, akrep,
Böcekler olduğunu, duymadın mı sen acep?”
Eğer “Sâlih” biriyse, o an bir ses işitir:
“Ey mezar öyle deme, bu, sâlih bir kişidir.
Dînin emri üzere geçirdi hayâtını.
Bırakmadı elinden öğüt nasîhatını.”
Yâni emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker,
Yaptı ki, dokunmayın buna siz ey melekler!
Eğer “Münâfık” ise, yaparlar türlü azap.
Kabir komşuları da, ederler ona gazap.
Derler: “Ey kötü kişi, biz senden önce geldik.
Niçin ibret alıp da, yapmadın bir tedârik?
Bizden sonra, dünyâ'da kaldın da bunca zaman,
Niçin tövbe etmeyip, eyledin yine isyân?”
Resûlullah buyurdu: Ölü, kabre girince,
Mezar, dile gelerek nidâ eder ilk önce.
Der ki: “Benim hakkımda, nice şeyler duyardın.
Öyleyse, benim için şimdi ne hazırladın?”
Yine Resûl buyurdu: “Ölünce, Münker-Nekîr,
Adında iki melek, az sonra kabre gelir.
Siyah renkli, gök gözlü, gözleri şimşek çakar.
Gök gürültüsü gibi gelip suâl sorarlar.
Doğru cevap verirse, büyültürler yerini.
Öyle ki “Yetmiş arşın” olur boyu ve eni.
Derler ki: “Müsterih ol, yat uyu haşr’e kadar.
Zîrâ sana burada, kimseden gelmez zarar.”
Eğer “Münâfık” ise, çok sıkar onu yeri.
Öyle ki, birbirine geçer hep kemikleri.”
Resûlullah buyurdu: “Kâfir” ise ölen zât,
İki azap meleği, olur ona musallat.
Bulunur ellerinde, iri demir topuzlar.
Tâ kıyâmete kadar, hiç durmadan vururlar.
Onun feryâtlarından, olmazlar mutazarrır,
Zîrâ iki melek de, hem “Kör”dürler , hem “Sağır”.
Yine buyurdular ki: “Kâfirse ölen insan,
Doksan dokuz ejderha, sokar onu durmadan.”
“Kabir”, bu yolculuğun, henüz ilk konağıdır.
Bu kolay geçer ise, sonu, daha kolaydır.
Eğer zorluk olursa bir insana kabirde,
Daha çok çetin olur ondan sonrakilerde.
Sonraki konaklardan ilki, “Sûr” korkusudur.
Öyle şiddetlidir ki, olunmaz hiç tasavvur.
Sonra “Mahşer yeri”nde durdurulur cümle halk.
Günâhlarına göre herkes olur tere gark.
Güneş, bir mızrak boyu yaklaşır o zamanda.
“Bin sene” beklenilir o müthiş izdihamda.
Bu vaktin sonunda da, başlar “Hesap” ve “Mîzân”.
Her işten, ince ince hesap verir her insan.
Burada, korku ile başlar öne eğilir.
Beklerler, haklarında nasıl hüküm verilir?
Sonra “Sırat köprüsü” ve altında “Cehennem”.
Bir an dayanılmayan ateş, acı ve elem.
Sırat’ta, yedi yerde vardır “Suâl durağı”.
“Kul hakkı”nda, herkesin çözülür dizi bağı.
“İmâm-ı Gazâlî”nin birine nasîhati,
Şudur ki: Ey evlâdım, geçirme boşa vakti.
Öğren ilmihâlini her şeyden daha evvel.
Sonra da, mûcibince yap ibâdet ve amel.
Bu gün, seni günâhtan korumazsa bu ilmin,
Yarın Cehennemden de korumaz, var mı bilgin?
Öyle ise aklını başına al da önce,
Oraya, sermâyesiz gitmiyesin ölünce.
Hazreti Ebû Bekir buyurdu: Bu bedenler,
Yâ bir “Kuş kafesi”ne, ya da “Ahır”a benzer.
Kapısını açınca, kuş uçar ve kurtulur.
Hayvansa, yük çekmeye, zahmetlere koşulur.
Düşün ki, sen bunlardan hangisine benzersin?
“Kafes” isen, kuş gibi uçar ve yükselirsin.
Eğer Allah korusun, benziyorsan “Ahır”a,
Allah, şöyle buyurur kitâbında onlara:
“Düşünmediklerinden onlar olacakları,
Hayvanlara benzerler, hattâ daha aşağı.”
Bir gün Hasan-ı Basrî, serin şerbet içerken,
Birdenbire bayılıp, bardak düştü elinden.
Ayılınca, sordular kendisine bu hâli.
Buyurdu: Hatırladım Cehennemdekileri.
Onlar seslenirler ki: “Şu sizin içtiğiniz,
Cennet şerbetlerinden, bize de içiriniz!”
Bir gün, Resûlullaha birinden bahsettiler.
“Şöyle iyi halleri var” diye methettiler.
Buyurdu ki: “İyidir, biliyorum ben dahî.
Teheccüd de kılsaydı, olurdu daha iyi.”
Lokman Hakîm, oğluna şöyle etti nasîhat:
“Horoz, senden akıllı olmasın sakın evlât!
Zîrâ tesbîh ediyor o her sabah Rabbini.
Sen ise uyuyorsun, ıslâh et bu hâlini.”
Velhâsıl ey evlâdım, nasîhatların özü,
İslâma uydurmaktır her bir işi ve sözü.
Eğer Resûlullaha uymaz ise bir işin,
İbâdet olsa bile, günâhtır senin için.
Nitekim bayram günü, oruç tutmak günâhtır.
Zîrâ dînin sâhibi böyle buyurmaktadır.
Yine haksız alınan, haram elbise ile,
Namâz kılmak, günâhtır, ibâdet olsa bile.
Nikâhlı hanımıyla latîfe yapsa fakat,
Oyun olduğu halde, alır ecir, mükâfât.
Yine bir âdetleri var idi ki Resûl’ün,
“Kaylûle” yapar idi, öğleden önce her gün.
Yâni gün ortasında, uyurdu ki bir müddet,
Bu niyetle uyursa, bu da olur ibâdet.
Şiblî hazretleri de buyurur ki şöylece:
“Dörtyüz” kadar hocadan ders gördüm senelerce.
Onlardan “Dört bin” hadîs öğrenip ezberledim.
Lâkin bir tânesini, kendime rehber ettim.
Çünkü diğer hadîsler, vardır onun içinde.
Şöyle buyurmaktadır Resûl bu hadîsinde:
(“Dünyâ için”, dünyâ'da ne kadar kalacaksan,
Ona göre çalış ki, kısa sürer bu devran.
“Âhiret için” ise, o kadar gayret et ki,
Asıl hayat oradır, sonsuzdur elbette ki.
Allaha ibâdet et, muhtâç olduğun kadar.
İsyân et, Cehenneme dayanacağın miktar.)
"İmâm-ı Gazâlî" ki, müctehid, âlim bir zât.
“Kimyâ-yı seâdet”te, şöyle eder nasîhat:
(Hak teâlâ, Kur'ânda buyurdu bir âyette:
"Terâzi kuracağım, mahşer günü elbette.
O gün, aslâ kimseye zulmedilmiyecektir.
Herkes ne işlediyse, ortaya gelecektir.
Zerre kadar olsa da, her ameli, muhakkak,
Mîzâna koyacağım meydana çıkararak.”
Bunu haber verdi ki, mahşer günü gelmeden,
Her kişi, hesâbına baksın henüz ölmeden.
Zîrâ "hazreti Ömer" buyurdu ki: “Ey insan!
Gör kendi hesâbını, gelmeden vakt-i mîzân.”
İşte bu yüzdendir ki, eski din büyükleri,
Saydılar bu dünyâ'yı, sanki bir “Pazar yeri”.
Kendi nefislerini, koyup “Ortak” yerine,
Şirket kurup, “Şartnâme” yaptılar hemen yine.
Henüz işe girmeden, dediler ki: “Ey nefsim!
Herbiri "hazîne"dir benim her bir nefesim.
Çünkü o nefeslerden ibârettir sermâyem.
Yâni ömrümden başka, bir şeyim yok benim hem.
Öyle kıymetlidir ki bu ömür, bu nefesler,
Zîrâ geçen her ânım, artık geri gelmezler.
Her nefes alışta da, azalır bu sermâyem.
Halbuki "Seâdete ermek"tir benim gâyem.
Öyleyse ticârete başlıyalım, vakit az.
"Âhiret" uzunsa da, ticâret yapılamaz.
Aman nefsim, dikkat et, yitirme sermâyeyi.
Giderse, ne yapsan da gelmez o tekrar geri.
Farz et ki "ecel" geldi, istedin bir gün izin.
Ve lâkin verilmedi, o zaman ne edersin?
Farz et ki, daha sonra verdiler sana onu.
Düşün şimdi o günün içinde olduğunu.
Ne yapacak idiysen ey nefsim o "son gün"de,
Yap onu işte bu gün, zîrâ fırsat elinde.
Cenneti, o günde de eğer kazanamazsan,
Olur mu senin için, bundan büyük bir ziyân?
Yedi adet kapısı vardır ki Cehennemin,
Onlar da, yedi adet "uzvun"dur işte senin.
Sen bunları, haramdan korumaz isen şâyet,
Ve onlarla, Allaha yapmazsan çok ibâdet,
Sana cezâ veririm, kendine gel ey nefsim!
Bil ki, Cehennemdeki azaplar gâyet elîm.
Zîrâ Resûl buyurdu: “Aklı olan bir insan,
Ölmeden, hesâbını görendir zaman zaman.
Ve ölüm'den sonraki hayâtı düşünerek,
Kulluğunu yapandır, Allaha şükrederek."
"Nefis" âsî ise de, nasîhat dinler ancak.
Ona çok tesir eder, isteğini yapmamak.)
“Mücâhede” şudur ki, nefse acı, zor gelen,
şeyleri yaptırmaktır ona mütemâdiyen.
Meselâ namâz kılmak ve her türlü ibâdet,
Tabîatı îcâbı, zor gelir ona gâyet.
Halbuki dînimizin men ettiği ne varsa,
Yâni ona, her günâh tatlı gelir bilhassa.
İşte bu yüzdendir ki, bâzı din büyükleri,
"Nefisle uğraşmak"ta gitmişlerdi ileri.
Meselâ nefisleri yapsaydı bir kabâhat,
Hemence cezâsını verirlerdi kat be kat.
Cezâ olarak ise, ibâdet ederlerdi.
Çünkü nefsi emmâre, istemez ibâdeti.
Sahâbe-i kirâmdan "Abdullah ibni Ömer",
Bir vakit cemâate yetişmeseydi eğer,
Bir gece, uyumadan yapardı hep ibâdet.
Zîrâ o, kendisine etmişti böyle âdet.
Sahâbeden biri de, birgün, bilâ ihtiyar,
Bir akşam namâzını geciktirdi bir miktar.
Öyle çok üzüldü ki buna o mübârek zât,
İki kölesi vardı, onları etti âzâd.
Bunlar, binlercesinden bir iki nümûnedir.
Zîrâ ufacık bir su, "Deryâ"yı haber verir.
Nefsin, ibâdetlerden lezzet alması için,
Yanında olmalıdır bir "Evliyâ" kişinin.
Onun ibâdetlerden zevk, lezzet aldığını,
Görüp, o da zevk ile yapar her yaptığını.
Zîrâ biri diyor ki: “Nefsimde ne zaman ki,
İbâdet ve tâatte gevşeklik olsa vâki,
Bir Allah adamının sohbetine giderim.
Çıkınca, tatlı gelir bana ibâdetlerim”.
Böyle kâmil bir velî, bulunmuyorsa eğer,
Onların hayâtını okumak îcâb eder.
“Ahmed bin Zerrin” vardı, gönül ehli evliyâ.
Hep önüne bakardı bu kişi ekseriyâ.
Sebebini sordular, dedi ki: “Cenâb-ı Hak,
İbretle bakmak için gözleri eyledi halk.
"Zerre"den "Arş"a kadar, herşey nasıl muntazam.
Karışık hiçbir şey yok, bu, ne âhenk, ne nizâm!
Bu muazzam san'ata, bu sonsuz kâinâta,
İbretle bakılmazsa, olur büyük bir hatâ.
Her zerre, bir "mâbud"un varlığını bildirir.
Ve her şey, o "Allah"ın emriyle oluverir.
Tâbiînden “Alkame” adında bir zât vardı.
Nefsi ile çok fazla mücâhede yapardı.
Dediler ki: “Efendim, acabâ ne ki sebep,
Nefsinizle bu kadar uğraşıyorsunuz hep?"
Buyurdu ki: “Nefsimi çok fazla savdiğimden,
Kurtarmak istiyorum, onu Nâr-ı cahîm'den.”
İmâm buyuruyor ki “Kimyâ-yı seâdet” te:
(Nefse, cezâ vermeli her günâhta elbette.
Hiç affetmemelidir onun bir hatâsını.
Her günâh işledikte, vermeli cezâsını.
Eğer göz yumulursa, daha azar, şımarır.
Önüne geçilemez tehlikeli hal alır.
Meselâ haram yerse, aç bırakmalı biraz.
Harama baktı ise, mubâha baktırılmaz.
Biri, cünüb olmuştu rüyâsında bir gece.
Ve lâkin tembellikten, gusl etmedi hemence.
Çünkü nefsi dedi ki: “Hava soğuk bu vakit.
Sabret, sabah olsun da, o zaman hamama git.”
Nefsi, bu vesveseyi verince kendisine,
Fırladı yatağından inâd için nefsine.
Gusledip, hem nefsine cezâ olsun diyerek,
İbâdetle geçirdi geceyi sabaha dek.
Ve dedi ki: “Rabbinin emrettiği bir işte,
Gevşek davranan nefsin cezâsı budur işte.”
"Ebû Talha" vardı ki sahâbe-i kirâmdan,
Namâz kılıyor idi bağ içinde bir zaman.
O ara, güzel bir "Kuş" gelip kondu yanına.
Kaç rekât kıldığını şaşırdı bakıp ona.
O da, kendi kendine dedi ki: “Bak ey nefsim!
Benim dünyâ malında, aslâ yok bir hevesim.
Rabbimin huzûrunda ederken Ona tâat,
Ondan gayri bir şeye edilir mi iltifât?
Mâdem ki düşüyorsun sen böyle bir hatâya,
Ben de tasadduk ettim bu bağı fukarâya.”
Biri de anlatır ki: Babamız uyuyordu.
O sırada birisi, geldi ve onu sordu.
Ben de, “Babam uyuyor” deyince o kimseye,
“Bu zaman uyunur mu?” deyip döndü geriye.
Merak edip, ardından gidince onun biraz,
Baktım, kendi kendine diyor ki: “Ey boşboğaz!
Nene gerek, gayrinin işine karışırsın.
Niçin bir başkasının hâliyle uğraşırsın?
Eğer uygun değilse akşama yakın yatmak,
Zararı ona olur, sana ne behey ahmak!
Bu günden îtibâren bir sene müddet ile,
Her gecen, uyumadan geçecek ibâdetle.”
"Temîm-i Dârî" vardı, sahâbedendi o da.
Bir akşam namâzını, kaçırmıştı uykuda.
Uyanıp, çok üzüldü ve dedi ki nefsine:
“Sana, cezâ olarak uyku yok tam bir sene.”
Yine "Mecmâ" adında bir kimse vardı ki hem,
Bir gün, bir pencerede kadın gördü nâmahrem.
O andan îtibâren ahd etti ki o dahî:
“Artık bakmıyacağım yukarıya vallahi.”
Bu “Nefs-i emmâre” ki, kaçar hep iyilikten.
Koşar kötülüklere, hoşlanır tembellikten.
Seâdete ermeye büyük engel, kendidir.
Yâni kendi gafleti, kendi câhilliğidir.
Bâzan tatlı sözlerle, nasîhat eylemeli.
Bâzan de sert söyleyip, haddini bildirmeli.
Demeli ki: (Ey nefsim, akıllıyım diyorsun.
Sana ahmak diyene, darılıp kızıyorsun.
Halbuki senden ahmak kim var ki şu cihânda,
Ömrünü, boş şeylerle geçirirsin şu anda.
Sen şuna benzersin ki, “Kâtil” olmuş bir adam.
Polisler tarafından aranıyor durmadan.
Bilir ki, yakalanıp hemen îdam edilir.
O yine zamanını, eğlenceyle geçirir.
Ey nefsim şunu bil ki, "Ecel" ânî geliyor.
Cennet ve Cehennemden biri seni bekliyor.
Ne mâlum biraz sonra ecelin gelmiyecek?
Bu gün gelmese bile, elbet bir gün gelecek.
Çünkü "Ölüm", kimseye, vakit bildirmemiştir.
Gece gündüz, erken geç gelirim dememiştir.
Eğer hazır değilsen, ne için duruyorsun?
Ne ahmaksın ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
Senin hâlin benziyor, şu çocuğun hâline.
Talebedir ve lâkin çalışmaz derslerine.
Zanneder ki, hepsini öğrenirim bir anda.
Lâkin günü gelince, kaybeder imtihânda.
Eğer hafif görürsen Allahın azâbını,
Bir "kibrit alevi"ne, yaklaştır parmağını.
Bir zerrecik ateşe, bak, dayanamıyorsun.
"Cehennem ateşi"ni, sen ne zannediyorsun?
Oradan bir “Kıvılcım” dünyâ'ya gelse eğer,
Onun harâretinden, bu dünyâ erir, biter.
Sonra buyuruyor ki kitâbında Rabbimiz:
“Bâzı günâhkârlara, biz azâb ediciyiz.”
Bunu bildiğin halde, kendine gelmiyorsun.
Biraz utan ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
Eğer ki “O rahîmdir, O kerîmdir” diyorsan,
“Affeder” ümîdiyle, günâha giriyorsan,
Bil ki, mahlûklarına çok ise de şefkati,
Lâkin azâbının da, pek fazladır şiddeti.
Belki diyeceksin ki: “İnanırım bunlara.
Lâkin gelemiyorum fazla sıkıntılara.”
Fakat bu sıkıntılar, çok olsa da, nihâyet,
“Âhiret sıkıntısı” yanında "Hiç"tir elbet.
Eğer dayanamazsan bu az sıkıntılara,
Nasıl dayanacaksın mahşerde olanlara?
Bunları bile bile, günâha giriyorsun.
Kendine gel ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
"Nefs"e karşı yapacak, üçüncü bir iş vardır.
O da, her bir amel'den, ona “Hesap sormak”tır.
Her gün akşam yatarken, o günkü işler için,
Nefsine sormalı ki: “Bunu niçin işledin?”
İnsan, iş ortağına aldanmaması için,
Nasıl hesaplaşırsa onunla peşin peşin,
"Nefs"e karşı, daha da uyanık olmalıdır.
Çünkü nefis, hîleci, hâin ve yalancıdır.
Kendi arzularını, sana iyi ve güzel,
Gösterip, yaptırmaya çalışır pek mükemmel.
Onun için her şeyi, ona suâl etmeli.
“Bu işi ne niyetle, niçin yaptın?” demeli.
Zararlı, fenâ bir iş yapmışsa o gün eğer,
Ona bir cezâ verip, ödetmek îcâb eder.
“İbni Samed”, âlim ve büyüklerden bir zâttı.
Altmış yıllık ömrünün, bir hesâbını yaptı.
“Yirmibirbin altıyüz” gün idi geçen hayât.
Bu rakamı görünce, şaşırdı birden o zât.
Derin bir “Âh” ederek, dedi ki o gam ile:
“Her gün, en az bir günâh işlemiş olsam bile,
Yirmibirbin altıyüz günâh eder bu cem’an.
Ben nasıl kurtulurum bu kadar çok günâhtan?
Hem de öyle günlerim oldu ki benim eyvâh!
İşlemiştim bir değil, yüzlerce hattâ, günâh.
O halde, yüzbinlerce günâh oldu şu anda.
Öyleyse benim hâlim, ne olacak mîzânda?”
Yıkıldı sonra yere, düşünerek o bunu.
Halk gelip baktılar ki, teslim etmiş rûhunu.
Lâkin herkes, günâhı, böyle dert etmiyorlar.
Yâni kendilerini hesâba çekmiyorlar.
Bir tâne “Kum” koysaydı, odaya her günâhta,
Birkaç sene içinde, dolardı kumla oda.
Omuzlarımızdaki vazîfeli melekler,
Her bir günâhımızı tek be tek kaydederler.
Bir günâha, "Bir lira" isteselerdi bizden,
Malımızın tamâmı giderdi elimizden.
Halbuki arada bir, hem de pek gaflet ile,
Bir iki “Sübhânallah” diyecek olsak bile,
Tesbih alır ve sayar, onu hesâb ederiz.
Sonra da, “Ben şu kadar, şunu söyledim” deriz.
Hazreti "Ömer Fâruk" buyurdu ki: "Her insan,
Tartmalı kendisini, gelmeden vakt-i mîzân."
Her akşam, kamçı ile vurarak kendisine,
“Ne için böyle yaptın?” der idi hep nefsine.
Ve derdi ki: (Ey nefsim, gaflete gelme zinhâr.
Bak, emîrül mü’minîn diyor sana insanlar.
Buna lâyık olmazsan, yazıklar olsun sana.
Allahtan kork, yâhut da hazırlan azâbına.)
"Nefs"i, her an kontrol altında tutmalıdır.
Ondan bir lâhza bile, gâfil olmamalıdır.
Eğer bırakılırsa nefis kendi hâline,
Acele dönmek ister, kendi şehvetlerine.
Tenhâda da günâhtan kaçmalı ki muhakkak,
Herşeyi görüyor ve biliyor cenâbı Hak.
İnsanların, sâdece dışını görürüz biz.
Lâkin içlerini de görür elbet Rabbimiz.
Buna, kat'î olarak inanırsa bir kişi,
Edebli, düzgün olur her niyeti ve işi.
Zâten inanmıyanın, îmânı yok demektir.
İnanarak isyân da, ne büyük bir cürettir.
Zîrâ cenâb-ı Allah buyurur ki: “Ey insan!
Bilmiyor musun, seni, görüyorum her zaman.”
Biri, Resûlullaha dedi: (Çoktur günâhım.
Şimdi tövbe edersem, affeder mi Allahım?)
“Affeder” buyurunca, dedi: (Yâ Resûlallah!
Ben onları işlerken, görüyor muydu Allah?)
“Görüyordu” deyince, bir “Eyvâh” dedi o an.
Ve yıkılıp can verdi, budur hayâ ve îmân.
Hadîste buyurdu ki yine Peygamberimiz:
(Allahı görür gibi ibâdet eyleyiniz.
Siz görmüyorsanız da, görmektedir O sizi.
Sizden iyi biliyor, O sizin içinizi.)
Allahın gördüğüne inanan bir müslümân,
Aslâ yapabilir mi O'na günâh ve isyân?
Büyüklerden birisi, talebesi içinden,
Birini, daha fazla severdi cümlesinden.
Diğer talebeleri, buna üzülürlerdi.
“Niçin onu daha çok seviyor ki?” derlerdi.
Üstâdları, onların böyle düşündüğünü,
Anlayıp, herbirine bir “Kuş” verdi bir günü.
Dedi ki: (Bu kuşları, alın şimdi hepiniz.
Kimsenin görmediği yerde kesip geliniz.)
Gidip, tenhâ bir yerde kesip geldi herbiri.
Lâkin o, hiç kesmeden getirdi kuşu geri.
Hemen suâl etti ki hoca o talebeye:
(Sen ne için kesmeden alıp geldin geriye?)
Dedi ki: (Bulamadım öyle tenhâ bir yeri.
Zîrâ cenâb-ı Allah, görüyor her yerleri.)
Diğer talebeleri duyunca bunu ondan,
Onun üstünlüğünü anladılar o zaman.
Cüneyd-i Bağdâdî'ye, bir genç gelip bir ara,
Dedi: (Çok bakıyorum kadınlara, kızlara.
Hiç koruyamıyorum gözümü nâmahremden.
Ne ile kurtulurum acabâ ben bu halden?)
Buyurdu: (Sen onları görmenden daha fazla,
Düşün ki, seni her an görüyor Hak teâlâ.)
İmâm buyuruyor ki: İnsan kendi ömrünü,
“Çok uzun” farzederse, düşünmez "ölüm"ünü.
İnanmış olsa bile âhiret'e gönülden,
Lâkin yapmaz hazırlık söyle düşündüğünden.
Der ki: “Daha vakit var, bak şimdi rahatına.
Sonra hazırlanırsın âhiret hayâtına.”
Bir kul da “Yakın” görse ecel ve ölüm'ünü,
Hep hazırlık yapmakla geçer gece ve günü.
Onun tek düşüncesi, “Ölüm” ve “Âhiret”tir.
İşte bu, insan için en büyük seâdettir.
Resûlullah buyurdu Abdullah bin Ömer’e:
“Hazırlan, çok yakında öleceğine göre.”
Sabahleyin kalkınca, “O gün akşama kadar,
Yaşıyacağım” deme, çok yakında ölüm var.
Ve yine buyurdular: “Vardır ki iki haslet,
Bunlardan, sizin için korkudayım be gâyet.
Biri, her arzunuza hemence uymanızdır.
Öteki, çok yaşamak hırsında olmanızdır.”
Üsâme hazretleri, satın alıp bir malı,
Dedi ki “Bir ay sonra vereceğim parayı.”
Lâkin vâkıf olunca Resûl bu meseleye,
Hemen buyurdular ki: “Şaşılır Üsame’ye.
“Parayı, bir ay sonra öderim” demektedir.
Bu kadar uzun ömür ümit eylemektedir.
Şunu söyliyeyim ki size ben yemin ile,
Ne zaman gözlerimi yumacak olsam bile,
Henüz göz kapaklarım birbirine değmeden,
“Vefât edeceğimi” düşünürüm ben hemen.
Sonra da, gözlerimi açacak olsam dahî,
Yine, aynı şekilde düşünürüm Vallahi.
Yâni göz kapaklarım ayrılmamışken daha,
Hemen “Öleceğimi” düşünürüm o ara.
Ve ne zaman ağzıma, bir lokmacık ekmeği,
Alıp, düşünmediğim olmamıştır ölmeği.”
Buyurdu: “Ey insanlar, siz akıllı iseniz,
Dünyâ'da kendinizi , ölmüş kabûl ediniz.
Yeminle söylerim ki, sizlere va’d olunan,
Bu ölüm, gelecektir, kurtuluş yoktur ondan.”
Peygamber-i zîşânın şöyleydi ki âdeti,
Bozulsaydı, ânında tâzelerdi abdesti.
Ve hattâ küçük abdest yapsaydı her ne zaman,
Teyemmüm alırlardı hemence arkasından.
“Su yakındır” denseydi, buyururdu eshâba:
“Yaşıyabilir miyim suya kadar acabâ?”
Bir gün de buyurdu ki yine Resûl-i zîşân:
(Her geçen gün, az daha ihtiyarlar şu insan.
Fakat iki şey var ki, daha gençleşiyorlar.
“Yaşamak arzusu” ve “Para hırsı”dır onlar.)
Birine buyurdu ki o Resûl-i müctebâ:
“Sen Cennete girmeği ister misin acabâ?”
“Evet yâ Resûlallah” dediğinde o kimse,
Buyurdu: “Kısa olsun emelin öyle ise.
Ölüm'ü de, yâdından çıkarma, hatırla hep.
Ve her zaman Allahtan eyle hayâ ve edeb.”
Velîlerden birisi buyurdu ki: “Bu dünyâ,
Sanki "hayâl" gibidir, yâhut kısa bir "rüyâ".
Uyanıklık diyârı, âhiret'tir ki esas,
Bu uykudan, "Ölüm"le uyanırlar cümle nâs.”
“Ölüm”, rûhun bedene olan bağlılığının,
Sona ermesi olup, vukû bulur ansızın.
“Ölüm”, kulun bir halden bir hâle dönmesidir.
Bir evden, başka eve “Göç etmesi” demektir.
Zîrâ buyuruyor ki Rabbimiz bir âyette:
“Her bir canlı, ölüm'ü tadacaktır elbette.”
Bir şeyi tatmak ise, “Hayat”la mümkün olur.
Öyleyse kul ölmekle, yok olmaz, hayat bulur.
Ölüm ile, bu hayat sona eriyorsa da,
Başka hayat başlıyor bu sefer de mezarda.
Âhiret'e nazaran bu dünyâ, bir “Hayâl”dir.
Âhiret asıl olup, dünyâ "gölge" gibidir.
Her şeyin hakîkati, bulunur "âhiret"te.
Dünyâ'dakiler ise, hepsi bozuk ve sahte.
“Hakîkat âlemi”dir, hiç yok olmaz âhiret.
Bu dünyâ fânî olup, yok olur en nihâyet.
“Kabir”, âhiret ile dünyâ arasındadır.
Âhiret'e, dünyâ'dan hem daha da yakındır.
İşte bu yüzdendir ki, kabirdeki o hayat,
Daha âşikâr olup, asıldır ve hakîkat.
Herkesin bir “Ecel”i, ölüm zamanı vardır.
O vakit, ne ileri, ne de geri alınır.
Her bir ecel, bellidir doğmadan daha önce.
Her insan, ölecektir ecelleri gelince.
Bir insanın, dünyâ'da rızkı biterse eğer,
Eceli gelmiştir ki, rûhunu teslîm eder.
Ve ansızın terk edip evlâdını, malını,
Hazret-i Azrâil’e teslîm eder canını.
Nerede, ne vakitte ve hangi memlekette,
Öleceği, bellidir her insanın elbette.
Doğuda öleceği takdîr olduysa eğer,
O, muhakkak o yere gider ve vefât eder.
Zîrâ anlatılır ki, bir zaman melek-ül-mevt,
Süleymân Peygamberi eylemişti ziyâret.
Bir kimse var idi ki orada olanlardan,
Melek, onun yüzüne dikkatle baktı bir an.
Hazreti Azrâil’in, ona böyle dikkatle,
Bakması, çok korkuttu o kimseyi gâyetle.
Melek-ül mevt gidince, düşünüp bunu biraz,
Hazreti Süleymân’a bu işi eyledi arz.
Dedi: “Ey Nebiyyallah, emredin de rüzgâra,
Götürsün beni hemen çok uzak bir diyâra.
Zîrâ bu gün, çok korktum hazreti Azrâil’den.
Çok uzağa gidip de, kurtulayım elinden.”
Süleymân Peygamberin emriyle, rüzgâr dahî,
“Hindistan”a götürdü acele o kimseyi.
Bir miktar zaman geçti, ölüm meleği yine,
Süleymân Peygamberin geldi ziyâretine.
Peygamber sordu ona: “Ey Azrâil, ne için,
Yüzüne, dikkatle ve sert baktın o kişinin?”
Dedi: “Emir aldım ki, o kimsenin rûhunu,
Hindistan’da alayım, burada gördüm onu.
Sonra emir üzere, o memlekete vardım.
Onu orada görüp, rûhunu teslîm aldım.”
İmâm-ı Gazâlî’den, “Ölüm”ü sordu bir zât.
Cevâben o kimseye şöyle etti nasîhat:
Bir mü’min bilirse ki “Muhakkak ölecek”tir.
Kabir, mahşer, mîzânı, Sıratı görecektir.
Ebedî kalacak yer, ya Cehennem, ya Cennet.
Ya ebedî bir azap, ya da sonsuz seâdet.
Bunu iyi bilir ve inanırsa bir kişi,
"Ölüm"ü düşünmekten, olamaz mühim işi.
Nitekim Resûlullah buyurdu: “Aklı olan,
Ölüm'ü hatırlayıp, hazırlanır durmadan.”
Kim hazırlık yaparsa mahşer için bu günde,
“Cennet bahçesi” olur mezarı öldüğünde.
Ve her kim de ölüm'ü etmezse hiç tasavvur,
Olur onun kabri de, “Cehennemden bir çukur.”
Zîrâ buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
“Lezzetlere son veren ölüm'ü yâd ediniz.”
Yine “Ölüm” hakkında buyurdu: “Ey insanlar!
Ölüm'ü, sizin gibi bilse idi hayvanlar,
Bir lokmacık yağlı et, aslâ yiyemezdiniz.
Zîrâ kederlerinden olurlardı hiç etsiz.”
Biri suâl etti ki Allahın Resûlünden:
“Şehitlik rütbesine olur mu hiç yükselen?”
Cevâben buyurdu ki: “Kim ölüm'ü, bir günde,
Yetmiş kez hatırlarsa, şehîddir öldüğünde.”
Yine buyurdular ki Resûlullah bir ara:
“Ölüm, vâiz olarak kâfidir insanlara.”
Başka gün de, methini yaptılar bir kişinin.
Buyurdu ki: “Kalbinde ne vardır ölüm için?”
Dediler ki: “Ölüm'den bahsetmez hiç o kimse.”
Buyurdu: “İyi adam değildir öyle ise.”
Bir gün, Resûlullaha sordu biri Ensar’dan:
“En akıllı kimlerdir acabâ insanlardan?”
Buyurdu ki: “Ölüm'ü en çok yâd edenlerdir.
Ve hazırlık yapmakta acele edenlerdir.”
Bir velî buyurdu ki: “Kalbim sıkıldığında,
Ölüm'ü hatırlayıp, rahatlarım ânında.”
“Ömer bin Abdülazîz”, toplayıp âlimleri,
“Ölüm” ve “Âhiret”ten konuşurdu ekseri.
O kadar ağlardı ki sonra da kederinden,
“Cenâze çıkmış” gibi olurdu evlerinden.
“Hasan-ı Basrî” dahî otursaydı bir yere,
“Ölüm” ve “Âhiret”ten bahsederdi ilk kere.
“Hazret-i Âişe”ye suâl etti bir hanım.
Dedi ki: “Kalbim katı, acabâ ne yapayım?”
“Ölüm'ü çok hatırla, yumuşar” dedi ona.
Dediği gibi yapıp, kavuştu murâdına.
“Rebî bin Heysem” dahî, bir mezar kazdı evde.
Çoğu vakitlerini geçirirdi o yerde.
Derdi ki: “Az bir zaman unutsam ölüm'ü ben,
Kalbimin karardığı belli olur hâlimden.”
Ömer bir Abdülazîz buyurdu ki bir zâta:
“Ölüm'ü düşünürsen, kavuşursun rahata.”
Resûlullah gördü ki bir gurup insanları,
Çalıp oynamak ile geçiyor zamanları.
Yaklaşıp buyurdu ki: “Siz, bu toplantınızda,
Lezzetleri bozanı hatırlayın biraz da.”
“O nedir ki?” deyince, buyurdu ki: “Ölüm'dür.
O, bütün lezzetleri, temelinden götürür.”
Ey nefsim, kış gelmeden odun kömür alırsın.
Kışın soğuklarına, böyle hazırlanırsın.
Halbuki Cehennemde, “Zemherîr” soğuğu var.
“Hiç” kalır buna göre, dünyâ'daki soğuklar.
Tedbîr alıyorsun da, kış için çok önceden,
"Âhiret"i, ne için düşünmezsin ölmeden?
Yoksa sen, âhiret'e îmân etmiyor musun?
Allahtan kork ey nefsim, “Sana yazıklar olun!”
“Sonra tövbe ederim” diye düşünüyorsan,
"Ölüm" ânî gelir de, olursun sonra pişmân.
İstiğfâr edeceksen, bu günden etmelisin.
Yarına bırakma ki, belki ölebilirsin.
Bu ömrün kıymetini ne için bilmiyorsun?
Biraz düşün ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
Zannetme ki, Allahı kızdırıyor günâhın.
Azâbı, bu sebepten yapıyor sanma sakın.
Seni yakacak olan o “Ateş”, kendindedir.
Süflî şehvetlerinden meydana gelmektedir.
İçindeki ateşle kendini yakıyorsun.
Öyle ise ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
Dünyâ nîmetlerinden bir gün ayrılacaksın.
Ve firâk ateşiyle, tutuşup yanacaksın.
İstediğin şeyi sev, bir gün elbet yok olur.
Ayrılık ateşi de, sevgin kadar çok olur.
Sen bu hakîkatleri hiç mi düşünmüyorsun?
Kendine gel ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
Niçin sarılıyorsun dünyâ mâl-ü mülküne?
Bu dünyâ'nın tamâmı senin olsa, hükmü ne?
Zîrâ buna, Rabbimiz, “Sinek kanadı” kadar,
Bir kıymet vermiyor ki, öyleyse neye yarar?
Hani zenginliğiyle mağrur “Kârun” ve “Hâmân”?
Şimdi acep onları var mı hiç hatırlıyan?
Halbuki bu dünyâ'dan, nasîbin azdır senin.
Onlar da azalmakta, bozulmakta gün be gün.
Bunlar için Cenneti fedâ mı ediyorsun?
Biraz utan ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
“Müslümânım” diyorsun, bilmiyorsun dînini.
Öğrenmedin namâzın farzını, sünnetini.
Ahlâkın iyi değil ve kötü huyların var.
Günâhların “Dağ” gibi, etmiyorsun istiğfâr.
Çocuğunu döversin, hanımını üzersin.
Bunların haklarını, bilmem nasıl ödersin?
Bak, önünde "ölüm" var, "âhiret" var, "hesap" var.
İnsanları bekliyor Cehennemde azaplar.
Artık bırak gafleti, yoksa pişmân olursun.
Allahtan kork ey nefsim, “Sana yazıklar olsun!”
“İmâm-ı Gazâlî”nin halka nasîhatında,
Şöyle buyurmaktadır “Ölüm, kabir” hakkında:
“Ölüm”, büyük bir iş ve korkunç bir tehlikedir.
Lâkin bunu insanlar iyi bilmemektedir.
Hatırlasalar bile "ölüm"ü ara sıra,
Fazla tesir etmiyor gafletten insanlara.
Öyle dalmışlardır ki, dünyâ meşgalesine,
Başka şey gelmez olmuş mâlesef kalplerine.
Hattâ onlar, Allahı ansalar da bir müddet,
Lâkin hiç alamazlar bundan bir tad ve lezzet.
Bundan kurtulmak için çekilip bir kenara,
Şöyle söylemelidir nefsine ara ara:
“Ey nefsim, ömür geçti, yakında öleceksin.
Lâkin görüyorum ki, sen hâlâ gaflettesin.
Sana, hiç bilmediğin karanlık bir dehlize,
Gir deseler, girmezsin, “Tehlike vardır” diye.
Halbuki bir gün ölüp, sen de kabre girersin.
Bu, aşağı değildir ondan, iyi bilesin.
Eğer uzak görürsen şimdi henüz eceli,
Düşün “ânî olarak” ölüp de gidenleri.
Birlikte oturduğun, yiyip içip güldüğün,
Nice tanıdıkların, nerdeler hani bu gün?
Düşün o senden önce ölen yoldaşlarını.
Nasıl kara toprağa koydular başlarını.
Onlar da, senin gibi yaşarlardı dünyâ'da.
Nasıl ölüp gittiler ummadıkları anda.
İşte, nasıl yuttuysa onları kara toprak,
Çok yakında, seni de yutacaktır muhakkak.
Mezardaki hâlini hiç düşünmüyor musun?
Nasıl birbirlerinden ayrılacak her uzvun.
Sonra mezarındaki o "kurtlar", o "böcekler",
Gözlerini, dilini kemirip yiyecekler.
Sen o vaziyetteyken, gelirler vârislerin.
Hemen taksîm edilir bıraktığın "servet"in.
Hattâ "hanım"ın dahî, başkasıyle evlenir.
Bunları göreceksin yakında sen de bir bir.
Senden evvel ölenler pişmânsa nasıl şu an,
Sen de gaflet edersen, olursun öyle pişmân.
Halbuki sen onlardan kaldın da az geriye,
Hâlâ bir ders ve ibret almazsın, acep niye?
Her gün görüyorsun da geçen cenâzeleri,
Niçin düşünmüyorsun hiç “Ölüm” ve “Ecel”i?
Zannetme ki onları seyredersin böyle hep.
Bir gün götürmezler mi seni de böyle acep?
Ey nefsim uyan artık, ömrün sona geldi bak.
Az daha yaşasan da, öleceksin muhakkak.
Bir şey “Muhakkak” ise, onu “Oldu” bilmeli.
O halde uzak değil, yakında bil eceli.
Düşün ki, ona göre yapasın bir hazırlık.
“Sonsuz bir yolculuğa” çıkıyorsun sen artık.
Pişmân olmamak için yarın “Mîzân” önünde,
Bütün hazırlığını yap ve bitir bu günde.
Zîrâ o gün, mahşerde, "hesap" var her bir işten.
Hesap kötü giderse, kurtulunmaz “Ateş”ten.
Öyleyse çok oku da öğren ilmihâlini.
Ve hemen buna göre düzelt bütün hâlini.
“İlim”, “Amel” ve “İhlâs” lâzımdır önce sana.
Yoksa, kavuşamazsın âhiret'te ihsâna.
“Tövbe”, pişmân olmaktır işlenilen günâha.
Hâlisen boyun büküp, sığınmaktır Allaha.
Hiç kimse kurtulamaz tövbe ve istiğfârdan.
Zîrâ uzak değildir kul kusûr ve hatâdan.
Hiç günâh işlememek, “Melekler”e mahsustur.
Günâh işliyemezler, çünkü onlar mâsumdur.
Bütün “Peygamberler” de, günâhtan uzaktırlar.
Onlar, Hak teâlânın korumasındadırlar.
Fakat la’în şeytanın, ahvâli şudur ki hep,
Allahü teâlâya isyân eder rûz-ü şeb.
İkisi arasında yer alır bu "insanlar".
Günâh işler ve lâkin eder tövbe, istiğfâr.
Tövbe için, Kur'ânda buyurur ki Rabbimiz:
“Ancak tövbe etmekle kurtulabilirsiniz.”
Ve şöyle buyurur ki hadîste Resûlullah:
“Hiçbir insan yoktur ki, yapmasın hatâ, günâh.”
Lâkin tövbe ederse her günâhın peşinden,
Onlardır en iyisi, günâhkârlar içinden.
Yine buyurdular ki o Server buna dâir:
“Günâha tövbe eden, hiç yapmamış gibidir.”
Mârifet nûru ile bakan şöyle anlar ki,
Günâh “Zehir” gibidir, yâhut da “Ateş” gibi.
Zehir yiyebilir mi bir insan bile bile?
Yâhut tutabilir mi ateşi eli ile.?
Lâkin nefis ve şeytan, zehiri “Bal” gösterir.
Ancak ârif olanlar, bu sırrı görebilir.
Süleymân-ı Dârânî buyurur ki şöylece:
“Kul, boşa geçirdiği ömrü için sâdece,
Gözünden, "yaş" yerine "kan" gelinceye kadar,
Ağlasa, yeri vardır devamlı leyl-ü nehâr.”
Çok kıymetli “Cevher”e sâhip olan bir kimse,
Üzülür, içi yanar onu kaybetti ise.
Cezâ da görecekse hele o bunun için,
Daha fazla üzülür, doğrusu budur işin.
İşte insan ömrünün “Her nefes”i de aynen,
Çok kıymetli mücevher hükmündedir esâsen.
Çünkü o nefeslerin bilinirse kıymeti,
Ele geçirebilir ebedî seâdeti.
Gelince melek-ül mevt kula mevt zamanında,
“Ölüyorum” diyerek, telâşlanır ânında.
Ve der ki: “Ey Azrâil, bir miktar ver de izin,
İstiğfâr eyliyeyim Rabbime affım için.”
O der ki: “Nice günler vardı senin önünde,
Ve lâkin şimdi bitti, kalmadı bir tek gün de.”
Hâlisâne bir tövbe, elbet kabûl edilir.
Ve lâkin şartlarına uymak da lâzım gelir.
Şüphe etme, tövbenin kabûl edildiğine.
Şüphe et ki, “Şartları getirdin mi yerine?”
Gönüller, “Temiz ayna” gibidir sanki birer.
“Siyah leke” bırakır onda kötü fiiller.
Peşinden iyi bir iş icrâ edildiğinde,
Birer “Nûr” peydâ olur o ayna üzerinde.
Resûlullah buyurdu: “Günâhtan sonra, hemen,
Bir iyi amel yap ki, silsin onu tamâmen.”
Su, nasıl temizlerse, elbisenin kirini,
Sevaplar da, temizler günâhın pisliğini.
Göke varacak kadar yapsan da fazla günâh,
"Hâlis tövbe" edince, affeder onu Allah.
Resûlullah buyurdu: “Vardır ki bâzı kullar,
Günâhı sebebiyle, Cenneti kazanırlar.”
“Nasıl olur?” denildi, buyurdu ki: “Günâha,
Tövbe istiğfâr edip, unutmaz onu daha.”
Öyle pişmân olur ki, şeytan da hayret eder.
Ve “Keşke bu günâha sokmasaydım onu” der.
Allah, bir Peygambere buyurdu: “Git müjde ver.
Mü’mini affederim, tövbe ederse eğer.”
Bir velî buyurdu ki: “Tövbe edip yatınız.
Ertesi güne dahî, tövbeyle başlayınız.”
İsrâiloğulları zamanında bir kişi,
Vardı ki, fâsık olup, günâh idi her işi.
Fakat günün birinde, oldu nâdim ve pişmân.
Tövbe etmek istedi bütün günâhlarından.
Ve lâkin düşündü ki: “Pek fazladır günâhım.
Acabâ tövbe etsem, affeder mi Allahım?”
Bunu öğrenmek için, acele bir âlime,
Gidip dedi: “Cevap ver benim şu suâlime.
Doksandokuz kişiyi öldürmüş bir adamım.
Eğer tövbe edersem, affeder mi Allahım?”
“Hayır etmez” deyince, öldürdü onu dahî.
“Yüz” oldu böylelikle onun öldürdükleri.
Gitti başka âlime, sordu yine durumu:
“Yüz kişiyi öldürdüm, tövbem kabûl olur mu?”
Dedi: “Olur ve lâkin terk et sen bu diyârı.
Filân köye hicret et, iyidir insanları.”
Tövbe edip, o köye giderken fakat bu zât,
Ömrü nihâyet bulup, o yolda etti vefât.
Azap melekleriyle, rahmet melâikesi,
Rûhunu götürmeye, oraya geldi hepsi.
Ve lâkin bir hususta eylediler ihtilâf.
“Bu mevtâ bize âit” diyordu iki taraf.
Hak teâlâ buyurdu: “Tartışmayı bırakın!
Ölçün iki tarafı, nereye daha yakın?”
İyi köye, “Bir karış” yakın bulunca onu,
Rahmet melâikesi aldı onun rûhunu.
Lâkin “Hâlis tövbe”nin vardır ki işâreti,
Pişmânlık ateşiyle kavrulur, yanar içi.
Ne kadar çok olursa pişmânlığı kişinin,
Öyle çok tesir eder affa kavuşmak için.
Günâhlar sebebiyle, kalpteki “Siyah iz”ler,
Pişmânlık ateşiyle ancak temizlenirler.
Resûlullah buyurdu: “Tövbekârlarla otur.
Çünkü o kimselerin kalpleri ince olur.”
Bir gönül, ne kadar çok temiz ve safsa eğer,
O kişi, günâhlardan o kadar nefret eder.
Vaktiyle bir Peygamber, günâhkâr bir kişinin,
İsteğiyle, Allaha yalvardı affı için.
Ona vahiy geldi ki: “Yerde ve göktekiler,
O kulun affı içir şefâat etse eğer,
Affetmem o kimsenin günâhını ben aslâ.
Zîrâ pişmân olmuyor günâhına ihlâsla.”
Günâhlar, ayrılsa da "büyük-küçük" diyerek,
Günâhların hepsi de, aslında “Büyük”tür pek.
Zîrâ düşünmeli ki, “Günâh ile o insan,
Kime karşı gelmiştir, kime etmiştir isyân?”
Mâdem ki Hâlık'ına isyân etti o kimse,
Günâhın küçüğü de, "Büyük"tür öyle ise.
“Tûl-i emel” şudur ki, dünyâ'yı sevenlerin,
Burada, çok yaşamak arzusudur zevk için.
Emel ve arzuları, hem uzun, hem de çoktur.
O, bu emellerinin ardınca koşup durur.
Kurtulabilmek için insan tûl-i emel’den,
“Dünyâ muhabbeti”ni atmalı kalpten hemen.
Söküp atmak için de dünyâ muhabbetini,
İyi tanımalıdır onun hakîkatini.
Dünyâ’nın içyüzünü anlarsa biri eğer,
Bunu, kendi nefsine anlatıp şöyle söyler:
“Ey nefsim, ne ki Hakk’tan uzaklaştırır seni,
İşte “Dünyâ” onlardır, zararlı bil hepsini.
Dînin yasak ettiği “Haram” ile “Günâh”lar,
Bu târif mûcibince, hepsi dünyâ olurlar.
Dünyâ'nın zevkleri de, kısa sürer esâsen.
Onlar da, ölüm ile elinden çıkar zâten.
Dünyâ “Gölge” gibidir, önün sıra gider hep.
Gölgesine yetişen bir kimse var mı acep?
Ey nefsim, sen kaçarsan eğer dünyâ malından,
Aksine, dünyâ senin koşup gelir ardından.
Dünyâ, çok vefâsızdır, bir “Üzüntü”, bir “Sevinç”.
Böyle bir yalancıya insan inanır mı hiç?
Böyle iken, bir mü’min, bırakıp âhiret'i,
Dünyâ'ya sarılırsa, ne olur âkıbeti?
Bak, ömrün azalıyor, “Ölüm”e gidiyorsun.
Hazırlığın bile yok, niçin üzülmüyorsun?
Ey nefsim, bu dünyâ'nın böyledir işte hâli.
Niçin hâlâ gezersin “Uyur-gezer” misâli?
Dünyâ'nın bu hâlini mâdem ki biliyorsun,
Peki, "tûl-i emel"e niçin sarılıyorsun?”
Lâkin bu tûl-i emel, farklıdır her insanda.
Bâzısı “Devam üzre” kalmak ister dünyâ'da.
Böyle istemese de, yine bâzı kimseler,
“Yaşlanıncaya kadar” yaşamayı isterler.
Bâzı müslümânlar da vardır ki yine fakat,
İstemez “Bir sene”den fazla sürsün bu hayat.
En çok, "bir sene" için yapar her hesâbını.
Daha ilerisine, hiç yormaz kafasını.
Bâzısı da, “Bir gün”ün bakar hazırlığına.
Ertesi günü bile, getirmez hatırına.
Bâzısı da vardır ki bunlardan da ileri,
“Bir saat”tır onların dünyâ düşünceleri.
Yine bâzıları da vardır ki mü’minlerden,
Ölüm'ü, “Bir an” bile unutmazlar kat'iyyen.
Her insan, kendisini sanır "kısa emelli".
Lâkin bu, her insanın hâlinden olur belli.
Kim âhiret işine veriyorsa öncelik,
Ve yoksa gevşekliği dîninde bir zerrecik,
Eğer unutmuyorsa ölüm'ü kısa bir an,
İşte “Kısa emelli”, böyle olur bir insan.
Şöyle der ki eshaptan “Huzeyfe” hazretleri:
Zaman-ı seâdette, muhakkak her gün biri,
Çıkıp, seslenirdi ki şöylece: “Ey insanlar!
Göç için hazırlanın, ölüm'e az zaman var”.
Hazreti Ömer’in de şöyleydi ki âdeti,
Her gün, biri, kendine hatırlatırdı mevti.
O kimse, ücret ile, her gün gelip bir sefer,
Şöyle seslenirdi ki: “Öleceksin yâ Ömer!”
"İmâm-ı Rabbânî"nin devrinde, bir müslümân,
Ağır bir hastalığa tutulmuştu bir zaman.
Lâkin hangi doktora gittiyse de, o yine,
Bir çâre bulunmadı bu kimsenin derdine.
"İmâm-ı Rabbânî"yi işitti en nihâyet.
Mektupla, bu velîden istedi duâ, himmet.
"İmâm" vâkıf olunca onun bu durumuna,
Şöyle bir mektup yazıp, gönderdi o gün ona:
(Şefkatli anne gibi, kendine bu ihtimâm,
Daha ne güne kadar edecek böyle devam?
"Beden"in derdi ile dertlenip üzülmeniz,
Daha çok sürecek mi, gaflete gelmeyiniz.
Halbuki bir de “Gönül” vardır ki her kişide,
Eğer o “Hasta” ise, “Asıl dert” budur işte.
Bu hastalık yanında, bedenin her illeti,
Öyle hafif kalır ki, olmaz ehemmiyyeti.
Bir gönül, tutulmuşsa Allahtan gayrısına,
O kalp “Hasta” demektir, hayır gelmez insana.
Şu kısacık ömürde, her şeyi bırakarak,
Kalbi, bu hastalıktan kurtarmalı muhakkak.
Zîrâ “Kalp selâmeti” isterler âhiret'te.
Bunu, her şeyden evvel halletmeli elbette.
Halbuki biz insanlar, bunu hiç düşünmeyip,
Bedenin rahatını düşünürüz, ne garip.)
Bir gün, sevdiklerinden genç bir talebesine,
Şu nasîhatı yazıp, gönderdi kendisine:
(Ey oğlum dünyâ fânî, ebedîdir âhiret.
“Ölüm”, bir gün herkese gelecektir âkıbet.
Cehennemin azâbı, çok şiddetli ve acı.
Kalbini, hastalıktan kurtarmaktır ilâcı.
“Aklı olan”, şimdiden hazırlanır o güne.
Aldanmaz bu dünyâ'nın sahte güzelliğine.
Dünyâ mâl-ü mülküne, "Ahmak" olan aldanır.
“Akıllı insan” ise, ölüm'e hazırlanır.
Büyük nîmet bilerek, şu kısacık hayâtı,
Çalışıp kazanmalı, ebedî mükâfâtı.
Ey oğlum, “Tavşan gibi” gözü açık olarak,
Daha ne vakte kadar sürecek bu uyumak?
Halbuki bu gafletin sonu, “Rezîl olmak”tır.
Dünyâ ve âhiret'te, bir şey kazanmamaktır.
“Mü’minûn sûresi”nde, bu bâbta cenâbı Hak,
Buyurdu: (Yaratmadım sizi abes olarak.)
Yâni yaratıldı ki bu insanlar ve cinler,
Allahü teâlâya ibâdet eylesinler.
Sırf “Ona kulluk” iken yaratılış gâyemiz,
Nasıl bunu unutup, isyân edebiliriz?
Ne kadar yaşasa da, ölecektir her insan.
Ve hesap verecektir, o gün her yaptığından.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, velîler incisiydi.
İkinci bin yılın yenileyicisiydi.
Bir mü'mine, mektupda buyurdu: (Aman, sakın!
İyi bil kıymetini bu "gençlik zamanı"nın.
Bu vakti, oyun ile ve fuzûlî şeylerle,
Geçirme ki, sonunda hiçbir şey geçmez ele.
Ceviz, kozalak gibi, fâidesiz şeylerin,
Arkasında koşmakla, geçerse bu gençliğin,
Sonunda pişmân olup, "Âh" edersin elbette.
Ve çetin azaplara düşersin âhiret'te.
Kıyâmette, azaptan kurtulabilmek için,
Bu dînin sâhibine ittibâ etmelisin.
Geçici lezzetlere, çabuk biten zevklere,
Aldanma ki, bu şeyler geçirmez bir şey ele.
Ömrünü, fâidesiz şeyler ile geçirmek,
Akıllı olanlara yakışan şey değil pek.
Şaşılacak tarafı şudur ki asıl işin,
"Güzel" görünmektedir gözlerine bu "Çirkin".
Bütün vakitlerini, "Dünyâ" için harcamak,
Sırf ahmak olanların işidir hemen ancak.
Bu ömür fırsatının, bilerek kıymetini,
"Allaha kulluk" ile geçirmeli vaktini.
Asıl iş, Sâhibine itâat eylemektir.
Habercinin görevi, ancak haber vermektir.
İnsanların yaptığı, boş dedikodulara,
Aldırıp da, kendini sakın üzme onlara.
Halkın "Kötü" bildiği bir kimse, "İyi" ise,
Çok büyük seâdettir, sevinmeli o kimse.
Fakat aksi olursa, bu, çok tehlikelidir.
Halkın övmelerine, kulak vermemelidir.)
Başkasına, mektupta buyurdu ki: (Evlâdım!
Bize gönderdiğiniz mektûbu bugün aldım.
Bu dünyâ işlerinin bozukluğu, hiç size,
Sebep olmamalıdır aslâ üzülmenize.
Zîrâ dünyâ işleri, hiç üzülmeye değmez.
Çünkü Allah, "Dünyâ"ya bir zerre değer vermez.
Dünyâ'da olan her şey, geçecek, yok olacak.
Gönlünü bu fânîye, "Ahmaklar" bağlar ancak.
Allahü teâlânın beğendiği işlerin,
Arkasında koşmaya bakmalı bunun için.
Gönlünü, bu dünyâ'ya bağlıyan kişilerle,
Arkadaşlık etmekten, pişmânlık geçer ele.
Onlarla görüşmekten, "Arslandan kaçar" gibi,
Hattâ daha ziyâde kaçmak îcâb eder ki,
Aslan, canını alır sâdece insanların.
Bu da, faydasınadır âhiret'te onların.
Dünyâ düşkünlerinin daha çoktur zararı.
Çünkü "Sonsuz ölüm"e sürükler insanları.
Onlarla konuşmaktan ve onları sevmekten,
Şiddetle kaçmalıdır arkadaşlık etmekten.
"Zengine, malı için alçaklık gösterenin,
Gider üçte ikisi, dîninin o kimsenin."
Bunu, Peygamberimiz buyurmuştur hadîste.
Titiz davranmalıdır öyle ise bu işte.
Bir mümin, bu belâya yakalandıysa, artık,
Kurtuluş nerededir, nerede müslümânlık?
Uygunsuz kimselerle çok sıkı görüşmekten,
Bunları duyacak hal kalmamış sizde hepten.
Bunun için bu kadar ağır ve sıkı yazdım.
Çünkü hafif şeylerle, uyanmazdın evlâdım.)
"İmâm-ı Rabbânî" ki, büyük âlim ve velî.
Kararmış gönüllere şifâ oldu sözleri.
Bu zât buyuruyor ki: Seâdete kavuşmak,
"Allahın Resûlüne uymak"la olur ancak.
"İslâm"dan, zerre kadar ayrılan bir kimsede,
Seâdetten iz olmaz, hârika gösterse de.
Onun göstereceği hârikulâde haller,
Onu, iki cihânda felâkete sürükler.
Kim ki, Resûlullaha hakkıyla tâbi olmaz,
Yarın mahşer gününde, azaptan kurtulamaz.
Şu bir kaç günlük ömrü, Allahü teâlânın,
Beğendiği şekilde geçirmeğe bakalım.
Bir kimsenin işinden, Rabbi râzı olmazsa,
Ölmesi, hayırlıdır onun yaşamaktansa.
Uydurmamış olsan da, islâma her hâlini,
Hak teâlâ, görüyor senin her ef'âlini.
Hâzırdır ve nâzırdır elbette cenâbı Hak.
Ve senin her işini, görmektedir muhakkak.
Kullara ne oldu ki, bile bile bunları,
Korkmadan işliyorlar, haram ve günâhları.
O haramı işlerken, birisi görse eğer,
O işi işlemekten, hemence vaz geçerler.
Bir kuldan utanıp da, Allahtan çekinmemek,
Müslümâna yakışan bir hal olmasa gerek.
Öyleyse ey evlâdım, "îmân"ın çıkmasından,
Allahü teâlâya sığınmalı hep insan.
Ve sık sık, "Lâ ilâhe illallah" söyliyerek,
Îcâb eder, îmânı an be an yenilemek.
Günâh işler için de, tövbe edip her sefer,
Allahü teâlâya yalvarmak îcâb eder.
Hem de bu istiğfârda, etmeli ki acele,
Belki başka müsâit bir vakit geçmez ele.
Bir hadîsi şerîfte buyuruldu ki aynen:
"Aldandı, ziyân etti yarın yaparım diyen."
Bu ömür, insanların büyük sermâyesidir.
Onu, yarar işlerle değerlendirmelidir.
Dinden, kıl ucu kadar ayrılık mevcut ise,
Kendini tehlikede bilmelidir o kimse.
"Allah adamları"ndan birisini bularak,
Ona tâbi olmalı, her işte tam olarak.
Ona karşı gelmekten, sakınmalı pek fazla.
Yoksa, istifâdesi olamaz ondan aslâ.
Onun tek bir işini hor görmek, beğenmemek,
"Öldürücü zehir"dir, titremek, korkmak gerek.
Ey oğlum, sen bunları bilirsin belki biraz.
Fakat sırf bilmek ile, hiçbirşey kazanılmaz.
Bir hasta, ilâcını öğrenebilir, fakat,
Onu kullanmadıkça, bulamaz yine sıhhat.
Onun, o hastalığın ilâcını bilmesi,
Onu iyi etmeye yetişmez tabii ki.
Bütün Nebîlerin ve âlimlerin hep bir bir,
Bildirdikleri şeyler, sırf işlemek içindir.
Bilmek, mahşer gününde fayda etmez insana.
Bilâkis hüccet olur, azap yapılmasına.
Dünyâ'ya, milyonlarca insan gelmiş ise de,
Bir müddet yaşıyarak, ölüp gitmiş hepsi de.
Bunlardan kimi zengin, fakirmiş kimileri.
Bâzısı güzel olup, çirkinmiş bir diğeri.
Kimi zâlim, kimi de, mazlum imiş hayatta.
Bunlar da geçip gitti, unutuldu da hattâ.
İnanmış, “Müslümân”dı bunlardan bâzıları.
İnanmamış “Kâfir”di, geriye kalanları.
Kâfirler diyorlar ki: “Öldüğünde insanlar,
Ebediyyen yok olup, tekrar yaratılmazlar.”
Bu fikir, her ne kadar değilse de hakîkat,
Yâni böyle iddiâ, olsa da çürük, sakat,
Böyle bir ihtimâle, mâzallah bir an için,
“Var” desek de, bir zarar olmazdı bizim için.
Yâni bu kâfirlerin dedikleri olsaydı,
Yarın öldükten sonra dirilmek olmasaydı,
Bundan, kendilerine gelmezdi bir menfaat.
Olmazdı bize dahî, bir sıkıntı ve âfât.
Her insan, ebediyyen yok olup kalırlardı.
Ne onlara “Mükâfât”, ne bize “Cezâ” vardı.
Ve lâkin dedikleri çıkmayınca onların,
Çok acı bir azâba düşecek onlar yarın.
Ey insan iyi düşün, bu gün, yarın, nihâyet,
Bunlardan biri dahî, sen olacaksın elbet.
Nasıl “Hayâl” olduysa önceki senelerin,
Yine hayâl olacak, bütün didinmelerin.
İyi düşün, ölünce, iki gurup insandan,
Hangisinde olmayı istersin sen o zaman?
“Hiç birinde olmayı istemem” diyemezsin.
Çâresiz, ikisinden birine gireceksin.
“Sonsuz ateşte yanmak”, ihtimâl olsa bile,
İster misin ateşte yanmayı bile bile?
Allahın varlığını, Cenneti, Cehennemi,
Şimdi red edemiyor akıl, din ve fen ilmi.
Fen, “Böyle şey olamaz” demiyor, diyemiyor.
Bilâkis varlığını deyip, isbât ediyor.
Çünkü “Sonsuz hayât”ın varlığını gösteren,
Sayılmıyacak kadar delil var sarâhaten.
Dünyâca meşhur olan kitaplıklar, lebâleb,
Bu delilleri yazan kitaplarla dolu hep.
Nefsânî zevklerine aldanıp lâkin onlar,
Yalnız “Körü körüne” inkâra gidiyorlar.
Halbuki islâmiyyet, zevki yasak etmiyor.
Bilâkis dîne uygun zevke izin veriyor.
Aklı olan, islâma uygun tarzda zevklenir.
Ve "İslâm ahlâkı"yla süslenir, zînetlenir.
Kötülük yapana da, iyilik, ihsân eder.
Bunu yapamasa da, hiç olmazsa sabreder.
Bölücülük yapmayıp, uzlaştırıcı olur.
Dünyâ ve âhirette, bulur rahat ve huzûr.
Seâdetlerin başı, “Müslümân olmakta”dır.
Müslümân olmak ise, zor değil, çok kolaydır.
Altı şeyi öğrenip, bunlara tam inanan,
Kimseye, nasîb olur bu devlet, yâni "Îmân".
"İmâm-ı Rabbânî"nin "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor bu "Dünyâ"nın hakkında:
Oğlum, dünyâ hayâtı, kısa ve geçicidir.
Âhiret azâbıysa, sonsuz ve şiddetlidir.
İleriyi tam gören akıl sâhiplerinin,
Hazırlıklı olması lâzımdır bunun için.
Bu "Dünyâ"nın tadına, sahte güzelliğine,
Aldanan, yarın düşer bir pişmânlık içine.
İnsanların şeref ve îtibârı, eğer ki,
Sâdece "dünyâlık" ve "mal" ile ölçülseydi,
Dünyâlığı çok olan "kâfir" ve "münâfıklar",
Herkesten daha fazla kazanırdı îtibâr.
Dünyâ'nın görünüşü, güzel de olsa yine,
Sırf "Ahmak"lar aldanır, onun güzelliğine.
Şu birkaç günlük ömrü, bilerek büyük fırsat,
"Allaha ibâdet"le geçirmeli her saat.
Allahın kullarına, iyilik etmelidir.
Bunu, kurtuluş için vesîle bilmelidir.
İki şey lâzımdır ki azaptan halâs için,
Bunu, iyi bilmesi lâzımdır her kişinin.
Birincisi, Allahın emr-ü nevâhîsine,
Kıymet vermek ve saygı göstermektir hepsine.
Ve O'nun yarattığı, bilcümle mahlûkâta,
Şefkat ve merhametle davranmaktır mutlaka.
Allahın Resûlünün, Rabbimizden alarak,
Bize getirdikleri, hep doğrudur muhakkak.
Sayıklama, eğlence, şaka sözler değildir.
O, hiç yalan söylemez, "Muhammed-ül emîn"dir.
O halde, "Tavşan gibi" gözü açık olarak,
Daha ne güne kadar sürecek bu uyumak?
Bu uyumanın sonu, rezîl rüsvây olmaktır.
Âhiret'te eli boş, mahrum kala kalmaktır.
Biliyorum gençsiniz, kaynamakta içiniz.
Dünyâ nîmetlerinin tamam içindesiniz.
Dünyâ nîmetleriniz tamam ise de, fakat,
Yarın bu sözlerimiz, olacak bir hakîkat.
Yine de, elinizden bir şey kaçmış değildir.
Allahü teâlâya yalvaracak vakittir.
Dünyâ'da felâketten, âhiret'te azaptan,
Kurtulabilmek için, iki şey vardır el'an:
Birisi, Rabbimizin her emrine sarılmak.
İkincisi, haram ve günâhlardan sakınmak.
İkincisi, ilkinden çok mühimdir ki daha,
"Verâ" ve "Takvâ" denir haramdan sakınmaya.
Bir gün, Resûlullaha dediler ki: (Filân zât,
Gece gündüz uğraşıp yapıyor fazla tâat.)
Buyurdu ki: (Hiçbirşey verâ gibi olamaz.)
"Günâhtan kaçınmak"tır buyurdu yâni esas.
İnsanların, melekten üstün olabilmesi,
"Verâ" sâyesindedir çok yükselebilmesi.
Melekler de, pek fazla ibâdet ediyorlar.
Halbuki hiç terakkî edemiyorlar onlar.
O halde, haramlardan kaçınmak pek evlâdır.
Bu dinde en kıymetli, en üstün şey "Takvâ"dır.
"İmâm-ı Rabbânî"nin "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor, dîne uymak bâbında:
(Ey oğlum, Hak teâlâ yarattı ins ve cinni,
Ki, hakkıyla yapsınlar kulluk vazîfesini.
Allahü teâlâya, mânen daha yaklaşmak,
"Onun Peygamberine uymak"la olur ancak.
Her bir hareketini uydurmadıkça Ona,
Kavuşmak mümkün olmaz Allahın rızâsına.
Hak teâlâdan başka, neye gönül verilse,
"Mâbud" yapılmış olur o şeyler her ne ise.
Bu halden kurtulmanın çâresi de, bir tektir.
O da, "O'ndan gayriye hiç gönül vermemek"tir.
Hiç bir şeyin ardına düşmemeli ki insan,
Gönlünü, sırf Allaha verebilsin her zaman
"Cennet nîmetleri"ni istemek bile hattâ,
Bu tasavvuf yolunda, sayılır kusur, hatâ.
"Cennet"i arzu etmek, sevap ise de gerçi,
Yine de büyük zâtlar, günâh bilir bu işi.
"Cennet"e gönül vermek, böyle günâh olunca,
"Dünyâ"ya düşkün olmak neye varır acabâ?
Çünkü "Dünyâ", Allahın sevmediği şeylerdir.
Yarattığından beri, hiç kıymet vermemiştir.
Allahın sevmediği şeylere düşkün olmak,
Hatâ ve günâhların temelidir muhakkak.
Bunlara düşkün olan ve ardlarından giden,
Kötü durumda olup, uzaktır merhametten.
Bir hadîsi şerîfte Allahın Peygamberi,
Buyurdu ki: "Bu dünyâ, mel'undur elbette ki."
Dünyâ'da, "Allah için" olmıyan ne varsa hep,
Çirkin ve günâh olup, mel'undur bundan sebep.
Yine O buyurdu ki: (Ey oğlum, dünyâ nedir?
Sana, Hak teâlâyı unutturan şeylerdir.
Para pul, mevkî makam, kadın, çocuk ve şöhret,
Eğer böyle iseler, "Dünyâ"dır hepsi elbet.
Unutturmuyor ise Rabbini sana bunlar,
Dünyâ değil, "Âhiret işi"nden sayılırlar.
Bir "çöpçü" düşünün ki, fakir olsun be gâyet.
Gönlünü, bu dünyâ'ya bağlamamışsa şâyet,
Kalbi dünyâ'ya bağlı koltuktaki "zengin"den,
Kat kat daha kıymetli, iyidir bu sebepten.
Öyleyse hiçbir şeye düşkün olmamak için,
Gayret sarfetmeli ki, esâsı budur işin.
Dünyâ düşkünlerinden, "Arslandan kaçar" gibi,
Hattâ daha ziyâde kaçmalı tabii ki.
Ey oğlum, kıymetini iyi bil bu hayâtın.
Lüzumsuz işler ile, geçirme onu sakın.
Yoksa, mahşer gününde pişmânlık olacaktır.
Resûlullah, bu bâbta şöyle buyurmaktadır:
"Hak teâlâ bir kulu, sevmiyor ise eğer,
Fâidesiz şeylerle onu hep meşgûl eder."
Farzları yapmayıp da, nâfileleri yapmak,
Bunun için, boş yere uğraşmaktır muhakkak.
Çünkü "Farz"ın yanında, "Hiç" kalır her "Nâfile".
"Büyük deniz" yanında, "Damla" da etmez bile.
Bir nâfile hac için, işlenirse haramlar,
Câiz olmıyacağı anlaşılır âşikâr.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, büyük bir evliyâdır.
Hasta olan kalplere, her sözü bir devâdır.
Buyurdu ki: (Ey oğlum, çok alçaktır bu nefis.
Mahlûkların içinde, yoktur ondan daha pis.
Nefsin arzularını terk edenler, pâk olur.
Dünyâ ve âhiret'te, bulur rahat ve huzûr.
"Haram" olan bir şeyi terk ederse bir insan,
Ondan daha iyisi, edilir ona ihsân.
Kim anlıyabilirse, "Dünyâ"nın içyüzünü,
Dert etmez kendisine, onun üzüntüsünü.
Bu dünyâ'yı anlıyan, ondan iyi sakınır.
Dünyâ'dan sakınan da, nefsini iyi tanır.
"Nefs"ini tam tanıyan, kolay tanır Rabbini.
Böyle kul, iyi bilir hudûdunu, haddini.
"Dünyâ"dan yüz çevirip, kim dönerse Rabbine,
Dünyâ, hizmetçi olur ona bunun aksine.
Dünyâ, âşıklarına verir mihnet, eziyet.
Yüz çevirene ise, verir bol türlü nîmet.
Ölüm'den önce olan her şeye “Dünyâ” denir.
Bu şeyler, günâh olup, hep felâket getirir.
Lâkin öldükten sonra fâidesi olanlar,
"Âhiret"ten sayılıp, hiç dünyâ olmaz onlar.
Çünkü âhiret için, tarladır sanki dünyâ.
Hep faydalı tohumlar ekmelidir oraya.
Her ne ki, yaramazsa bir işe âhiret'te,
Ona, “Dünyâ” denir ki, zararlıdır elbette.
Bütün günâhlar ile, mubahın ziyâdesi,
Bu târif mûcibince "Dünyâ"dır hemen hepsi.
Ne ki, dîne muvâfık kullanılırsa eğer,
Dünyâ ve âhiret'te çok fâide verirler.
"Mal", iyi de değildir, kötü dahî değildir.
İyilik ve kötülük, onu sarf edendedir.
Allahü teâlânın hoş görüp, beğendiği,
Bir yerde harcanan mal, elbette olur iyi.
Günâh olan bir yerde kullanılırsa şâyet,
Bu sefer olur o mal, bir sebeb-i felâket.
Kim kendini dünyâ'ya kaptırırsa bir kere,
Şu kimseye benzer ki, çıkmıştır bir sefere.
Berâberce gittiği kâfilede olanlar,
Sağa sola bakmayıp, durmadan yol alırlar.
O ise, hayvanının otuyla, palanıyle,
Süsü ile uğraşıp, geri kalır hâliyle.
Kâfile yol alırken, o, oyalanır durur.
Çölde, yalnız başına kalır ve helâk olur.
İnsan dahî, ne için dünyâ'ya geldiğini,
Unutup, bu fânîye kaptırırsa kendini,
Dünyâ'nın bu yalancı zevklerine aldanır.
Ebedî seâdetten uzak ve mahrum kalır.
İşte “Dünyâ sevgisi”, zararlıdır insana.
Çünkü çok mâni olur, ölüm hazırlığına.
Kalp, onu düşünmekle, unutur âhiret'i.
Beden, ona dalarak bırakır ibâdeti.
"Dünyâ" ile "Âhiret", birbirinin tersidir.
Birini râzı etsen, ötekisi gücenir.
Büyük âlim "İmâm-ı Rabbânî" hazretleri,
Pek çok fâideliydi öğüt nasîhatleri.
Şerefeddîn Hüseyn’e yazdığı mektûbunda,
Buyurdu: ("Ölüm" vardır bu hayâtın sonunda.
Ey oğlum iyi bil ki, bu ömür çok kısadır.
Bu da, büyük ganîmet ve çok büyük fırsattır.
Bu kıymetli zamanı, fâidesiz şeylere,
Harc etmemelidir ki, tükenmesin boş yere.
Allahü teâlânın beğendiği şeyleri,
Yapmak ile geçirmek, olur çok fâideli.
Beş vakit farz namâzı, hiç gevşeklik etmeden,
Cemâatle kılmalı, biraz geciktirmeden.
Tâdil-i erkân ile kılınırsa hem eğer,
Hak teâlâ indinde, bulur kıymet ve değer.
“Teheccüd namâzı” da, ihmâl edilmemeli.
Seher vakitlerinde çok istiğfâr etmeli.
Lezzet almamalıdır, nefse tâbi olmaktan.
Ve çok sakınmalıdır, dünyâ'ya sarılmaktan.
“Ölüm”ü hatırlayıp, âhiret'e dönmeli.
O günün dehşetini düşünüp titremeli.
Dünyâ işleri ile, zarûret kadar ancak,
Uğraşıp, "Âhiret"e lâzımdır çok çalışmak.
Sözün özü, bu gönül, Allahtan gayrisine,
Tutulmaktan kurtulup, dönmeli Sâhibine.
Ve yine müslümânın, beden ve her âzâsı,
Hep dîne uymalı ki, budur işin esâsı.
Dünyâ, “Zıll-i zâil”dir, yâni “Gölge” gibidir.
Kim ona güvenirse, o, pişmân ve nâdimdir.
O, seninle kalsa da, kalmazsın sen onunla.
Ne kadar sarılsan da, ayrılırsın sonunda.
Öyle ise, çıkmadan bu yalancı fânîden,
Onun muhabbetini çıkarmalı kalbinden.
Dünyâ lezzetlerine aldanmazsa kim eğer,
"Cennet nîmetleri"ne kavuşur, rahat eder.
Ve her kim, "Âhiret"e verirse fazla önem,
Olur iki cihânda, çok azîz ve muhterem.
"Dünyâ"nın aslı harap, serap’tır şerbetleri.
Nîmetleri zehirli ve sahtedir zevkleri.
Bedenleri yıpratır, emelleri arttırır.
Ona aldananları, yollarından saptırır.
Onu kovalıyandan, kaçar o daha fazla.
Öyle ki, onu kimse yakalıyamaz aslâ.
Halbuki her kim ondan, yüz çevirir ve kaçar,
Bu sefer, o onları ardlarından kovalar.
Dünyâ düşkünlerine, inanılmaz çok defâ.
Çünkü o kimselerde, bulunmaz aslâ vefâ.
“Fânî” olanı verip, alırsan “Ebedî”yi,
Bu, olur senin için fâideli ve iyi.
Kendini bilen kişi, düşkün olmaz dünyâ'ya.
Zîrâ iyi bilir ki, bir “Hayâl”dir o güyâ.
"Şakîler", bu dünyâ'ya sarılsa da rûz-ü şeb,
Lâkin bâkî olana sarılır "İyiler" hep.
Mü’min, bedeni ile dünyâ'da olsa bile,
"Âhiret"i düşünür rûhu ve kalbi ile.
Cenab-ı Hak bizlere, herşeyden daha evvel,
Doğru iman, itikat nasib etsin mükemmel.
Sevgili Habibine uymayı etsin ihsan.
Zira Ona uymakla, şeref bulur her insan.
Çünkü cenab-ı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her bir işte, yalnız Ona uymayı.
Hatta Ona uymanın, ufak bir zerresi hem,
Üstündür ahiret ve dünya lezzetlerinden.
Lazım ve zaruridir herkese iman etmek.
Zira bu, Rabbimizin emridir bize tek tek.
İman eden bir kimse, yapar bütün farzları.
Ve terk eder bilcümle haram ve günahları.
Resul'e iman etmek, kime olsa müyesser,
Onu, mal ve canından daha çok fazla sever.
Onun bu sevgisinin, şudur ki işareti,
Her mekruhtan kaçınır ve yapar her sünneti.
Ona, mubahlarda da, ne kadar uysa insan,
Olur o, o derece kâmil, olgun müslüman.
Resulullah her ne ki beyan eylemişlerdir,
Beğenip, kalben kabul etmeye (iman) denir.
Onun bir tek sözüne bile inanmamaya,
Veya doğruluğunda biraz duraklamaya,
Yani şüphe etmeye, (küfür) adı verilir.
Böylece inanmayan kimseye (kâfir) denir.
Allahü teâlânın, Kur’an-ı kerim’inde,
Emrettiği şeylere, (farz) denilir bu dinde.
Ve Kur'anda açıkça, her ne ki men edilir,
Bu şeylerin hepsine, bu dinde (haram) denir.
Allahü teâlânın açık bildirmediği,
Yalnız Resulullahın övdüğü, methettiği,
Veyahut devam üzre, ne amel etti ise,
Yahut da yapılırken, görüp men etmediyse,
Bu şeylerin hepsine, (sünnet) adı verilir.
Sünneti beğenmemek, küfür alametidir.
Beğenip de yapmamak, bir suç değil ise de,
O sünnet sevabından mahrum olur o kimse.
Onun beğenmediği şeylere (mekruh) denir.
Bunlar, ibadetlerin sevabını giderir.
Yapılması emir de, yasak da edilmeyen,
Şeylerin tamamına, (mubah) denir kâmilen.
Bu emir ve yasaklar, her ne ki dinde vardır,
(Ef'al-i mükellefin) diye adlandırılır.
İmanı ve farzları, haramları öğrenmek,
Farzdır her müslümana mükellef kadın, erkek.
İslamın şartı beştir, ilki iman etmektir.
Sonra, namaz ve oruç, hac ve zekat vermektir.
Bir kimse, iman edip, bu dört farzı yaparsa,
O kişi müslim veya müslümandır hülasa.
Bunlardan bir tanesi bozuk olursa şayet,
O müslümanlık dahi bozuk olur nihayet.
Dördünü de yapmayan, mümin olsa da, fakat,
Onun müslümanlığı, olur çürük ve sakat.
Böyle iman, insanı dünyada korursa da,
Fakat imanla ölmek, çok zor olur son anda.
"İmâm-ı Rabbânî"nin eseri “Mektûbât”ta,
Şöyle buyuruluyor bir gence nasîhatta:
(Ey evlâdım, her kim ki para, mal peşindedir,
O, büyük bir belânın ve derdin içindedir.
Çünkü Hak teâlânın beğenmediği şeyler,
O kimsenin gözüne, “Güzel” görünmekteler.
Hak teâlâ, "Dünyâ"ya vermezken değer, kıymet,
O, tam bunun aksine, verir çok ehemmiyyet.
Ey oğlum, bilir misin "Dünyâ"nın aslı nedir?
Yaldızlanmış "necâset", şeker kaplı "zehir"dir.
Halbuki Hak teâlâ, akıl verip kullara,
Dünyâ'nın iç yüzünü haber verdi onlara.
Bunun için âlimler buyurdu ki: (Bir kimse,
Zengin olup, ölürken şöyle vasiyyet etse.
Dese ki: “Ben ölürsem, malımı cem ediniz.
Zamanın en akıllı adamına veriniz”.
O mallar, bir "Zâhid"e verilmek lâzım gelir.
Çünkü zâhid, dünyâ'ya hiç de düşkün değildir.
Hiç düşkün olmaması, onun "Dünyâ malı"na,
Açık bir alâmettir aklının çokluğuna.
Bu alâmet var iken, Hak teâlâ yine de,
Bildirdi bu dünyâ'yı, Peygamberler ile de.
Onlar vâsıtasıyla, bunun bozukluğunu,
Haber verdi "Fânî" ve "Vefâsız" olduğunu.
Bu iki şâhid varken, yine kalkıp bir kimse,
Tatlı “Şeker” sanarak, “Zehir” yemek isterse,
Ve yâhut “Altın” sanıp, avuçlarsa “Pisliği”,
Elbette çok alçaklık yapmış olur o kişi.
Bu gaflet pamuğunu atmalı kulaklardan.
Yoksa, olmaz başka şey, yarın pişmân olmaktan.
Birinin bedenine, hastalık gelse eğer,
O, bunu düzeltmeye ne kadar gayret eder.
Halbuki o kimsenin, asıl “Kalbi" hastadır.
Lâkin o, hiç bu derdi umursamamaktadır.
Onu, “Sonsuz ölüm”e sürüklerken o illet,
O yine, bu derdine vermez hiç ehemmiyyet.
O hastalık, kendini hiç bitmez ve tükenmez,
Azâba sürüklerken, kurtulmayı düşünmez.
Onu gidermek için, kıpırdamamaktadır.
Hattâ farkına bile belki varmamaktadır.
Kalbin hasta olması şöyledir ki, o gönül,
Allahtan gayrisine eylemiştir temâyül.
Eğer bu tutulmayı "Hastalık" bilmez ise,
Alçaklık etmiş olur bu takdirde o kimse.
Eğer bunu bilir de, vermezse ehemmiyyet,
Daha pis olduğunu gösterir bu da elbet.
Aklı olan, görerek işin vahâmetini,
Bu illetin yanında, dert bilmez ötekini.
Aklı az olan ise, gafleti sebebiyle,
Kalbin bu âfetini, hastalık saymaz bile.
Aklı kuvvetlendirmek için de bir müslümân,
“Ölüm” ve “Âhiret”i düşünmeli her zaman.
Ve âhiret derdiyle şereflenmiş kâmil bir,
Zât’la berâberlik de, aklı kuvvetlendirir.
Bir hadîsi şerîfte, Peygamber Efendimiz,
Buyurdu: (Malınızın zekâtını veriniz.)
Eğer "Zekât" vermeyi, vazîfe bilmiyorsa,
Yâni farz olduğuna eğer inanmıyorsa,
Zekât vermediğine, sıkılmazsa hiç canı,
Mâzallah kâfir olup, heder olur "îmân"ı.
İnsanın, senelerce vermediği zekâtlar,
Birikip, en sonunda bütün malını kaplar.
O malda, mü’minlerin hakları olduğunu,
Hiç de düşünmiyerek, kendinin sanır onu.
“Zekât vermek”, Kur'ânın otuz iki yerinde,
Emir buyurulmuştur “Namâz” ile birlikte.
Hak teâlâ, Kur'ânda, buyurdu ki âşikâr:
(Zekâtı verilmiyen o mallar, o paralar,
Cehennem ateşinde iyice kızdırılır.
Sâhibinin alnına, böğrüne bastırılır.)
Öyleyse bu gafleti at ki ey mağrur zengin!
Övündüğün o mallar, aslında değil senin.
Zîrâ başkasınındı bu mallar senden önce.
Yine başkalarının olacak sen ölünce.
Zekâtını ayırıp vermediğin o malın,
Hakîkatte “Ateş”tir, anlarsın bunu yarın.
Uşrunu vermediğin o buğday, bir “Zehir”dir.
O mal da, bu buğday da, zâten senin değildir.
Allahü teâlâdır her şeyin tek sâhibi.
Sen onu kullanırsın, sanki bir “Vekîl” gibi.
Şöyle buyuruldu ki meâlen bir âyette:
(Zekâtını verenler, kurtulacak elbette.)
Hadîste buyuruldu: (Verip zekâtınızı,
Böylelikle zarardan koruyun malınızı.)
Hak teâlâ üç şeyi, üç şeyle bildirdi ki,
Birisi yapılmazsa, kabûl olmaz öteki
Sevgili Peygambere itâat olunmazsa,
Allahü teâlâya itâat olmaz aslâ.
Eğer şükretmiyorsa insan ebeveynine,
Allahü teâlâya şükretmiş olmaz yine.
Ve her kim vermez ise, malının zekâtını,
Allah, hiç kabûl etmez onun bir namâzını.
Ey gaflet şarâbının serhoşu gâfil insan!
Bu dünyâ'nın peşinde, ömrünü ettin ziyân.
Daha ne güne kadar koşacaksın böyle hep?
“Ölüm”, hiç hatırına gelmez mi senin acep?
"Haram"dan mal yığmakla geçirdin bir ömrünü.
Hiç düşünmüyor musun peki sen “Ölüm”ünü?
Elbette herkes gibi ölürsün sen de yarın.
"Kabir suâlleri"ne ne cevap hazırladın?
İyi, kötü her ne iş işledinse ömründe,
Hepsinin hesâbı var, yarın “Mîzân” önünde.
Bunların hiç birine, yok verecek cevâbın.
Hem bunlar uzak değil, olacak bugün yarın.
Eğer atılır isen Cehennemin içine,
Bir an dayanamazsın en hafif ateşine.
"İmâm-ı Rabbânî"nin "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor "Nâfileler" bâbında:
(Allahın sevgisine, insanı kavuşturan,
Farzlar ve nâfileler vardır ki dinde şu an,
Çok büyüktür bilhassa "Farz"ın ehemmiyyeti.
"Hiç" kalır farz yanında, nâfilenin kıymeti.
Bir farz, vakti içinde yapılırsa ihlâsla,
"Bin sene" nâfileden sevaptır daha fazla.
İster namâz ve oruç, isterse zikir, fikir,
Herhangi bir nâfile olsa da, yine birdir.
Hattâ farz içindeki sünnet veyâ bir edeb,
Gözetilse, bunun da ecri çoktur yine hep.
Bir gün hazreti Ömer, bir sabah namâzını,
Cemâatle kılarak, gözetti eshâbını.
Lâkin göremeyince birini o saatte,
Buyurdu: (Filân kimse, yok mudur cemâatte?)
Dediler: (Geceleri, o ibâdet yapar hep.
Belki şimdi uykuya dalmıştır bundan sebep.)
Buyurdu ki: (Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namâzını cemâatle kılsaydı.)
Yâni islâmiyyette, bir edebi gözetmek,
Tenzîhî olsa bile, bir mekrûhu terk etmek,
Bütün nâfilelerden, daha fâidelidir.
Tahrîmî mekruhları, artık düşünmelidir.
Evet, farzlar yapılır, haramdan kaçılırsa,
Ve bütün mekruhlardan, tamam sakınılırsa,
O zaman, nâfileyi yapmak da güzel olur.
Eğer böyle olmazsa, hiç bir kıymeti yoktur.
Meselâ bir müslümân, "Yarım gümüş" alarak,
Bir müslümân fakire, verse "Zekât" olarak,
Dağlar kadar altını, "nâfile" niyetiyle,
Dağıtmaktan, kat be kat iyidir hattâ bile.
Çünkü "Zekât", islâmın farzlarından biridir.
Yâni Hak teâlânın bize mühim emridir.
"Nâfile" sadaka ve hayratın çoğu ise,
Çok defâ riyâ olup, tatlı, hoş gelir nefse.)
Ve yine buyurdu ki: (Allahın rızâsına,
Kavuşabilmek için, "amel" lâzım insana.
Amelin de, doğru ve düzgün olması için,
Emir ve yasakları öğrenmek lâzım ilkin.
Meselâ namâz oruç, hac zekât, nikâh talâk,
Bütün bu bilgileri öğrenmeli muhakkak.
Bunlar bilinmedikçe, ameller doğru olmaz.
Yanlış yapılınca da, hiç sevap kazanılmaz.
Her şeyi öğrenmeden ve öğrendikten sonra,
Birer "cihâd" vardır ki cümle müslümânlara,
Biri, ilmi her yerde aramak ve bulmaktır.
Diğeri de, o ilmi yerinde kullanmaktır.
Hem de "fıkıh bilgisi", herkese farz-ı ayındır.
Yâni her müslümânın öğrenmesi lâzımdır.
Dînimiz üç kısımdır, "ilim", "amel" ve "ihlâs".
Bu üçü bulunmazsa, müslümânlık olamaz.
Bunların üçünü de, elde ederse insan,
Olmuş olur o kimse, kâmil, olgun müslümân.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, çok büyük bir evliyâ.
İlminin ışığıyla aydınlandı bu dünyâ.
Bir kimseye, mektupta yazdı ki: (Bilmem neden,
Sıkılıyorsun oğlum, bizim sohbetimizden?
Zenginlere yanaşıp, arkadaş oluyorsun.
Lâkin böyle yapmakla, çok fenâ yapıyorsun.
Bu gün için, gözlerin kapalıysa da, fakat,
Yarın açılacaktır, bu, "Gün" gibi hakîkat.
Lâkin o açılmanın faydası olmaz artık.
O gün olur sâdece, bir nedâmet, pişmânlık.
Zîrâ cenâbı Allah buyurdu ki âyette:
"Onlar ziyân ettiler, dünyâ ve âhiret'te."
Ey oğlum, bir "Çöpçü" ki, takvâ ehli ve fakir.
Günâhkâr zenginlerden, kat kat daha iyidir.
Sen şimdi bu sözlere, belki kulak verirsin.
Belki de inanmayıp, şaşar, hayret edersin.
Fakat bir gün gelir ki, inanırsın âkıbet.
Lâkin o inanışın faydası olmaz elbet.
Yağlı, tatlı yemekler, süslü, şık elbiseler,
Seni, bu felâkete sürükledi bu sefer.
Elden kaçmış değildir bu imkân henüz fakat.
Her an kurmak mümkündür "İyiler"le irtibât.
Lâkin bunda, acele etmeli ki evlâdım,
"Ecel" tâkib ediyor ardından adım adım.
Vakit, iki tarafı keskin "kılınç" gibidir.
Onun için bu ömrü, ganîmet bilmelidir.
"Helekel müsevvifûn" buyurdu Resûlullah.
Yâni "Sonra yaparım diyenler, bulmaz felâh."
Bu ömrü, lüzumsuz ve fâidesiz şeylerle,
Geçirme ki, mahşerde hiç bir şey geçmez ele.
Ey oğlum, bu "Dünyâ"ya etme ki hiç temâyül,
Ona tutulur ise, elden çıkar o gönül.
Sen, gönlünü sâdece, "Allah"a vermeye bak.
Zîrâ bir sermâyedir Hakk'a gönül bağlamak.
Hayâl olan "Dünyâ"nın peşinde koşma artık.
Düşün neyi sattın ve neyi aldın karşılık?
"Dünyâ"yı almak için, "Âhiret"ini satmak,
Ve Allahı bırakıp, insanlara yaranmak,
Akıllı insanların yapacağı iş değil.
Bu iş, ahmak olmaya olur isbât ve delil.
"Dünyâ" ile "Âhiret", zıddır birbirlerine.
Birini kalbe koysan, yer kalmaz diğerine.
İkisinin sevgisi, bir kalpte toplanamaz.
Yâni ikisine de muhabbet mümkün olmaz.
Öyleyse iki zıd’dan, birini seç nihâyet.
Seçtiğine karşılık, sat kendini, fedâ et.
Lâkin iyi düşün ki, "Dünyâ", elbet fânîdir.
Bu gün senin olsa da, yarın bir gayrinindir.
"Âhiret azâbı"ysa, sonsuz ve çetindir pek.
Bunun için tercihte, iyi düşünmek gerek.
Hem sonra Hak teâlâ, dünyâ'yı sevmez hepten.
Ve lâkin çok sever ve râzıdır âhiret'ten.
Ey oğlum, tavşan gibi, gözü açık olarak,
Daha ne güne kadar sürecek bu uyumak?
Dünyâ adamlarıyla arkadaş olma ki pek,
"Öldürücü zehir"dir onlar ile görüşmek.
Oğlum, aklı olana yetişir bir işâret.
Biz ise, açık açık söylüyoruz, idrâk et.
Onlarla arkadaşlık etmekten sakın, sakın!
Yoksa, pişmân olursun mahşerde elbet yarın.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, büyük bir evliyâdır.
Sözleri, hasta olan gönüllere devâdır.
"Mektûbât" kitâbında buyurur ki bu velî:
(Bir gönül hasta ise, onu iyi etmeli.
Zîrâ Allah, Kur'ânda şöyle buyurmaktadır:
"Onların kalplerinde, hastalık, maraz vardır."
Kalbin hastalığının, şudur ki aslı yine:
"Tam inanmaması"dır dînin emirlerine.
Kalbi, bu hastalığa yakalanmış olanlar,
İbâdet yapsalar da, pek sevap alamazlar.
Peygamber Efendimiz, hadîsi şerîfinde,
Şöyle buyurmaktadır bu mevzû üzerinde:
"Nice Kur'ânı kerîm okuyanlar vardır ki,
Kur'ân, o kimselere lânet eder ne var ki."
Yine şöyle buyurdu: "Var ki çok oruç tutan,
Sâdece aç kalmaktır kârları o oruçtan."
Kalbin hastalığına, bir işâret de yine,
"Tutulmuş olması"dır Hak'tan gayri birine.
Kalp, Allahtan gayriye etmiş ise temâyül,
Kapmıştır hastalığı, yıkılmıştır o gönül.
Onun tutulması da Allahtan gayrisine,
Tutulmuş olmasıdır belki "Kendi nefsi"ne.
Çünkü herkes, her şeyi, ister sırf "Kendi" için.
İyi düşünülürse, doğrusu budur işin.
Çocuğunu sevmekte, vardır yine bu sebep.
Mal, mevkî ve rütbeyi, "Kendi için" ister hep.
Her bağlandığı şeyde, hep "Kendi nefsi" vardır.
Nefsinin istekleri ardında koşmaktadır.
Kalp, bu bağlılıklardan kurtulamazsa şâyet,
İnsanın kurtulması, çetin olur begâyet.
Bunun için, herşeyden daha mühim olarak,
Kalbi, bu hastalıktan kurtarmalı muhakkak.
"Allah adamları"nın bir şefkatli nazarı,
Silip atar kalpteki böyle hastalıkları.
Bu himmete kavuşmak için de, şartlar vardır.
Bu da, o büyüklere "Sevgi" ve "İtâat"tır.
"Muhabbet" ve "İtâat", her kimde mevcut ise,
Himmet, kendiliğinden erişir o kimseye.
Böyle bir "Evliyâ"yı tanımak, onu sevmek,
Allahın çok büyük bir nîmeti olsa gerek.
Kimi bu nîmet ile şereflendirirlerse,
Mes'ut ve tâlihlidir, çok sevinsin o kimse.
"Halk" içinde "Hak" ile olur ki o velîler,
Bir bakışta, kalpleri temizleyiverirler.
O zâtlara düşmanlık, "Öldürücü zehir"dir.
Kalplerini incitmek, felâket sebebidir.
Bu bâbta buyurur ki Abdullah-i Ensârî:
"Dostlarını sen öyle yaptın ki yâ ilâhî!
Onları tanıyanlar, sana vâsıl oluyor.
Sana kavuşamıyan, onları tanımıyor.
Ve kimi felâkete düşürmek ister isen,
Bizim üzerimize atarsın onları sen."
Bir "Allah adamı"nı ve bir "Gönül ehli"ni,
Bulup, dinliyemeze insan böyle birini,
Onların kitâbını bulup okumalıdır.
Zîrâ kitap okumak, sohbetin yarısıdır.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, çok büyük evliyâdır.
Hasta gönüller için, her sözü bir devâdır.
Bir gence mektup yazıp, buyurdu ki: (Evlâdım!
Seni, bu din yolundan ayırmasın Allahım.
"Dünyâ" ile "âhiret", birbirinin tam tersi.
Birini râzı etsen, gücenir ötekisi.
Ey yavrum, sana pek çok lütfedip Hak teâlâ,
Şereflendirmiş idi tövbe ve istiğfârla.
Ve sonra cenâbı Hak, lütfedip pek çok yine,
Kavuşturmuştu seni, bir "Velî sohbeti"ne.
Şimdi bilmiyorum ki, nefis ile şeytanın,
Din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların,
Arasında, o temiz halde kalabildin mi?
Bu üç güçlü düşmana, karşı durabildin mi?
Gençlik var ve para bol, arkadaşlar uygunsuz.
Nefsin her arzusunu, yapmak kolay ve ucuz.
Ey Yavrum, benim sana diyeceğim tek şudur:
Körpeciksin, yolun da begâyet korkuludur.
Öyleyse mubâhlara, fazla eğilmemeli.
Az kullanırken dahî, "İyi niyet" etmeli.
Meselâ bir şey yerken, yiyip kuvvetlenmeye,
Allaha, daha iyi ibâdet eylemeye.
Giyerken, "örtünme"yi niyet eylemelidir.
"Gösteriş"i, hatırdan hiç geçirmemelidir.
Her bir mubâh için de, ders çalışırken hattâ,
Böyle iyi niyetler yapmalıdır mutlaka.
Büyükler, azîmetle amel edip her zaman,
Elden geldiği kadar kaçındılar ruhsattan.
Mubahları, zarûret kadar kullanmalıdır.
"Haram" ve "şüpheli"ye, hiç uzanmamalıdır.
Hak teâlâ, kullara merhamet edip zîrâ,
Mubâhla zevklenmeye izin verdi onlara.
Haram kılmış ise de, bir kaç zararlı şeyi,
Helâl, mubâh kılmıştır faydalı çok nesneyi.
Aklı gideren "içki", haram ise de, fakat,
Helâldir tatlı, renkli, türlü türlü meşrûbât.
"Hınzır" haram ise de, fakat buna mukâbil,
Bir çok kuş ve hayvanlar, helâldir, haram değil.
Helâl olan sayısız zevkleri bırakarak,
Onun haram kıldığı bir iki zevke sapmak,
Hakk'a karşı, ne kadar büyük edebsizliktir.
Ne derece bir inat, ne terbiyesizliktir.
Hem de haram ettiği lezzetler her ne ise,
Mubah olanlarda da, vardır hem fazlasıyle.
Helâl olan zevkleri, bırakalım bir yana.
Hak rızâsı, daha çok lezzet verir insana.
Bir insanın işinden, râzıysa Rabbi eğer,
İşte bu zevk yanında, hiç kalır diğer zevkler.
Bir insanın işini, Hâlık'ı beğenmezse,
Bundan büyük bir cefâ olur mu o kimseye?
Cennette olanlardan, râzı olması Rabbin,
Hepsinden tatlı gelir, Cennet nîmetlerinin.
Râzı olmamasıysa Cehennemdekilerden,
Daha çok acı gelir, her azap ve elemden.)
"İmâm-ı Rabbânî" ki, şânı büyük bir velî.
İlmi ile, herkese oldu çok fâideli.
Bir gence mektup yazıp, buyurdu: (Hak teâlâ,
Her emrinde "Kolaylık" göstermiştir kullara.
Meselâ ibâdette, istemiştir hep azı.
Günde, yalnız "Kırk rekât" emretmiştir namâzı.
Bu kırk rekât namâzın, kılınması da zâten,
"Bir saat"lik bir zaman bile tutmaz esâsen.
Bunları kılarken de, en kısa ve kolay bir,
Sûre okumayı da, kabûl eylemektedir.
Ayakta kılamıyan, kılar hem oturarak.
Onu da yapamayan, kılabilir yatarak.
Rükû ve secdeleri yapamazsa bir insan,
Îmâ ve işâretle kılabilir her zaman.
Eğer abdest almakta, su zarar verir ise,
Toprak ile teyemmüm yapabilir o kimse.
Yine "Zekât" için de, kolaylık göstermiştir.
Malın hepsini değil, "Kırkta bir" emretmiştir.
Onu da, hemen değil, bekletip o akçeyi,
Tam "bir sene" geçince, emretmiştir vermeyi.
Yeme ve içmede de, mubah edip çok şeyi,
Yine haram kılmıştır, az bir iki nesneyi.
Haram kılmasının da, hikmeti vardır nice.
Çünkü zarar verirler, yenilip içilince.
Acı olan "Şarab"ı haram kılsa da, fakat,
Helâldir hoş kokulu, nice tatlı meşrûbât.
Bütün meyve suları, hem karanfil ve tarçın,
Helâl ve faydalıdır insan sıhhati için.
Acı ve keskin olan o iğrenç şey, bir kere,
Benzer mi, hoş kokulu o tatlı şerbetlere?
Bu fizîkî evsâftan daha ayrı olarak,
Helâli kullanmaktan, râzıdır cenâbı Hak.
Allahü teâlânın sevip râzı olması,
Ayrıca bir fark olup, budur işin esâsı.
"İpeği", erkeklere haram kıldıysa misâl,
Sayısız süslü, renkli kumaşı etti helâl.
Erkek, hâlis ipeği giyemese de, fakat,
Bu kumaşlar, ipekten fâidelidir kat kat.
Hem sonra ipek kumaş, kadınlara helâldir.
Bunun fâidesi de, yine erkekleredir.
"Altın"ın da kadına helâl, mubah olması,
Yine erkekleredir esâsında faydası.
Velhâsıl insâfsız ve taş yürekli bir kimse,
Bu kadar kolaylığı, "Ağır yük" görür ise,
Bu, "Kalp bozukluğu"nu gösterir elbet onun.
Ve "Hasta" olduğunu belli eder rûhunun.
Bir çok işler vardır ki, kolaydır gerçi, fakat,
Hastalar, sağlam gibi yapamaz öyle rahat.
Kalbin hasta olması, şudur ki asıl yine,
"Tam inanmaması"dır dînin emirlerine.
İnanmış görünse de, inanmamıştır içten.
Bu inanış, sâdece belli olur hâriçten.
"Gönülden inanma"nın şudur ki alâmeti,
Zevk ile, haz duyarak yapar her ibâdeti.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, âlim ve velî bir zât.
Bir gence mektup yazıp, şöyle etti nasîhat:
(En iyi kul, dünyâ'yı kalbinden çıkarandır.
Ve Allah sevgisiyle, her an kalbi çarpandır.
Zîrâ “Dünyâ sevgisi”, başıdır her günâhın.
Ondan kurtulmak ise, başıdır tâatların.
Hadîste buyuruldu: “Dünyâ ve dünyâ'daki,
Hak için olmıyanlar, mel’undur tabii ki.”
Lâkin Hak teâlâyı her an hatırlıyanlar,
Aslâ böyle olmayıp, onlardan ayrıdırlar.
Zîrâ öyle kimseler vardır ki "Evliyâ"dan,
Her zerre ve hücresi, zikreder Hakkı her an.
Bunlar, "Dünyâ adamı" olmaz ve değildirler.
Çünkü onlar, Allah’la her an berâberdirler.
“Dünyâ”, kalbi, Allahtan gâfil eden şeylerdir.
Haram ve mekruh gibi, kerîh, günâh işlerdir.
Para mal, mevkî makam, bunlar gibi her sebep,
Eğer böyle iseler, "Dünyâ"dır bunlar da hep.
Hak teâlâ buyurdu: “Bizden yüz çevirenden,
Sen de çevir yüzünü, onları sevme hemen.”
İşte "Dünyâ", insanın büyük “Can düşmanı”dır.
Hak'tan uzaklaştırıp, azâba yaklaştırır.
Bu dünyâ düşkünleri, hiç toparlanamazlar.
Pişmân olacaklardır âhiret'te âşikâr.
"Dünyâ"yı terk etmek de, esâsen şu demektir:
Ona düşkün olmamak ve kıymet vermemektir.
Düşkün olmamanın da şöyledir ki mânâsı,
Müsâvî olmasıdır “Var” veyâ “Yok” olması.
Böyle olabilmek de, bir “Allah adamı”nın,
Yanında yetişmekle mümkün olur bi hakkın.
Böyle kâmil bir "Velî" ele geçerse eğer,
Emrine, can ve başla itâat îcâb eder.
Çünkü onun, bir içten teveccüh ve nazarı,
Siler atar kalpteki karartı ve pasları.
Kalpten "Hubb-i dünyâ"yı çıkarabilmek için,
Böyle biri lâzımdır, yolu budur bu işin.
Eğer ele geçmezse böyle kâmil bir kişi,
Başka bir usûl ile, halletmeli bu işi.
O da, böyle tam kâmil bir “İslâm büyüğü”nün,
Yazdığı kitapları okumaktır gece gün.
Onların kitapları, nasîhat ve sözleri,
Edeble okunursa, temizler gönülleri.
Çünkü onlar, her sözü, “Allah için” söylerler.
Böyle olduğu için, kalplere tesir eder.
Edeble okunursa onların kitapları,
O mecliste, muhakkak hazır olur ruhları.
Her gün “Sekiz sahîfe” okursa her kim eğer,
Onların ruhlarından, çok istifâde eder.
Kitâbı okurken de, yalnız okumamalı.
Âile efrâdıyla birlikte okumalı.
Zîrâ sırf “İlim” olur, tek kişi okuyunca.
Ve lâkin “Sohbet” olur, birlikte okununca.
Her iki şekilde de lâzımdır illâ "Edeb".
Çünkü budur insanın yükselmesine sebep.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, çok büyük evliyâdır.
Bir gence nasîhatte, şöyle buyurmaktadır:.
(Ey oğlum, yaratılış gâyemiz şu ki bizim,
Sâdece Rabbimize ibâdet eyliyelim.
Lâkin görüyorum ki, bir gevşeklik ve gaflet,
İçinde, çok insanlar yapmıyorlar ibâdet.
Uyanmamız lâzımdır acele bu gafletten.
Yoksa, olmaz kurtuluş ebedî felâketten.
İbâdet yapmamanın, iki sebebi vardır.
Biri, Resûlullaha tamam inanmamaktır.
Meselâ bâzıları, der ki: (Bu ibâdetler,
Sırf arablar içindir, bize değil mûteber.
Çöldeki insanların, sağlam olması için,
Namâz emredilmiştir, içyüzü budur işin.
Spor yapmak, namâzdan elbet daha iyidir.
Duş ve banyo, abdestten daha fâidelidir.)
İbâdet etmemenin, ikinci sebebiyse,
Bunlara, ehemmiyet vermiyor bâzı kimse.
Yâni bu emirleri, mevkî sâhibi olan,
Kimselerin emrinden, hafif görür çok insan.
Her iki sebeple de, ibâdetten kaçınmak,
Mü'mine yakışmıyan, fecî bir haldir ancak.
Ey oğlum, bir "yalancı", dese ki gelip yekten:
"Düşman baskın yapacak, bu gece filân yerden."
İdâreciler, onun "yalancı" olduğunu,
Bilseler de, yabana atmazlar yine bunu.
Derler ki: (Her ne kadar, o, yalancı ise de,
Getirdiği bu haber, hakîkattir belki de.
Her ihtimâle karşı, uyanık davranalım.
Gereken tedbirleri, gecikmeden alalım.)
Halbuki Resûlullah, açıkça, tekrar tekrar,
O sonsuz azapları bildiriyor âşikâr.
O, sâdık ve emîndir, söylemez aslâ yalan.
O, hak söyleyicidir, doğru söyler her zaman.
Peygamber olmadan da, doğru ve emîn idi.
Bu yüzden meşhur ismi, "Muhammed-ül emîn"di.
Şimdi bâzı insanlar, Ona inanmıyorlar.
Bir "yalancı" kadar da, îtimat etmiyorlar.
Yâhut inansalar da Onun sözüne, fakat,
Kurtuluş çâresini düşünmüyorlar, heyhât!
Halbuki Resûlullah, "kurtuluş yolunu" da,
Gösteriyor ve lâkin görmüyorlar onu da.
O halde o Resûl'e, bir yalancıya olan,
Güven dahî olmazsa, nasıl olur o îmân?
"Îmânım vardır" demek, insanı kurtaramaz.
Yakîn hâsıl etmesi lâzımdır kalbin esas.
Hücurât sûresinde buyuruldu: "Muhakkak,
Yaptıklarınızı hep görüyor cenâbı Hak."
Böyle olduğu halde, korkmadan, utanmadan,
Haram, çirkin işleri yapıyorlar durmadan
Halbuki bu işleri görecek olsa biri,
Yapmaktan vaz geçerler böyle çirkin işleri.
O halde ey evlâdım, eyle hemen istiğfâr.
"Şehâdet"i söyleyip, îmân et şimdi tekrar.)
"İmâm-ı Rabbânî" ki, devrinin incisidir.
İkinci bin yılının yenileyicisidir.
Bu büyük evliyâ zât, "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyurmaktadır "Din adamı" bâbında:
(Âlimlerin, dünyâ'yı sevmesi ne çirkindir.
Bu, güzel yüzlerine, "Siyah leke" gibidir.
Böyle olan bir âlim, kurtarsa da herkesi,
Ve lâkin kendisine olmaz bir fâidesi.
Dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yaymak,
Şerefi, kendisine âit olsa da, ancak,
Bâzan öyle olur ki, kâfir, fâsık bir kişi,
Îcâbı hâle göre yapabilir bu işi.
Bunlar, "Çakmak taşı"na benzerler ki nihâyet,
Bulunur içlerinde bir enerji ve kudret.
İnsanlar, bu kudretten istifâde ederler.
Lâkin ondan, kendine fayda olmaz müyesser.
Bunların da, ilminden olmaz fâideleri.
Ve hattâ zarar verir, onlara ilimleri.
Çünkü yarın, bir delil olur ki bu ilimler,
"Bilmiyorduk, bilseydik yapmazdık" diyemezler.
Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi,
"Dünyâ"ya âlet etmek, ne kötüdür değil mi?
Çünkü Allah, dünyâ'ya vermiyor değer, kıymet.
Buna rağmen veriyor, ilme çok ehemmiyyet.
Din hakkında konuşmak, yazı ve kitap yazmak,
"Allah için" olursa, faydalı olur ancak.
Çünkü bunlar, olursa "Şöhret" için, "Mal" için,
Olmaz istifâdesi ondan hiçbir kişinin.
Eğer din adamları, düşmüşse bu belâya,
Yâni tutulmuşlarsa mal, para ve dünyâ'ya,
"Din adamı" değil de, "Dünyâ adamları"dır.
Ve hattâ inanların en alçağı bunlardır.
Büyüklerden birisi, görmüş bir gün "Şeytan"ı.
Ki, bomboş oturuyor, aldatmıyor insanı.
Sebebini sorunca, demiş ki ona şeytan:
"Benim bir iş yapmama, bir gerek yok ki şu an.
Zîrâ âlim geçinen kütü din adamları,
Zâten çıkarıyorlar hak yoldan insanları.
Bana, öyle yardımcı oluyorlar ki onlar,
Benim de çalışmama, lüzum bırakmıyorlar."
Eğer din âlimleri, dünyâ düşünmüyorsa,
Okutup yazmaları, "Hak için" oluyorsa,
Vâris ve vekîlidir onlar Resûlullahın.
Ve en kıymetlileri, onlardır insanların.
Bunların "Mürekkeb"i, mahşerde getirilir.
Şehîdlerin "Kanı"yla tartılıp, ağır gelir.
Âhiret'in ebedî, yâni sonsuzluğunu,
Dünyâ'nınsa geçici ve fânî olduğunu,
Anlayıp, âhiret'e sarılır bu âlimler.
Ve lâkin bu dünyâ'ya vermezler aslâ değer.
"Dünyâ" ile "Âhiret", zıddır birbirlerine.
Birinden uzaklaşan, yaklaşır diğerine.
Nasıl bulunamazsa "Ateş-su" bir arada,
Bir kalpte birleşemez, "Âhiret" ve "Dünyâ" da.
"İmâm-ı Rabbânî" ki, çok büyük bir evliyâ.
Dîni, müslümânlığı yaydı bütün dünyâ'ya.
Seyyidlerden birine, bir gün mektup azdı ki:
(Kimsesiz kaldı bu gün müslümânlar yazık ki.
İslâma hizmet için, bu gün "Bir lira" vermek,
"Bin altın" vermiş gibi, üstün, kıymetlidir pek.
Kime nasîb ve ihsân ederlerse bu işi,
Ona müjdeler olsun, bahtiyardır o kişi.
Dînin yayılmasına, islâmın nusretine,
Çalışmak, her zamanda iyidir elbet yine.
Her kim olursa olsun, bu uğurda çalışan,
Tam "Cihâd" sevâbına nâil olur her zaman.
Lâkin din düşmanları, dîne hücum ettiği,
Bir zamanda çalışmak, kat be kat olur iyi.
Zîrâ Resûl-i ekrem buyurdu ki eshâba:
"Siz öyle bir zamanda geldiniz ki dünyâ'ya,
Dînin onda birini, eğer yapmaz iseniz,
Helâk olur, mutlaka azâba düşersiniz.
Fakat sizlerden sonra, gelir ki müslümânlar,
Dînin onda birini yapsalar eğer onlar,
Azaptan kurtulurlar", işte o, bu devirdir.
Müjdelenenler ise, bu günkü mü'minlerdir.
"Dîne hizmet" için de, kerâmetler sâhibi,
Bir evliyâ olmak da, şart değildir tabii.
Öğretmesi lâzımdır bilenin, bilmiyene.
Bunu da, kalp kırmadan yapmalıdır hem yine.
Kıyâmette, herkese suâl edilecektir.
"İslâma niçin hizmet etmedin?" denecektir.
Bu suâl karşısında, "Yoktu gücüm, kuvvetim.
Bunun için islâma bir hizmet edemedim".
Şeklinde bir bahâne sürülürse ileri,
Bu, azaptan kurtarmaz böyle söyliyenleri.
İnsanların en üstün, kıymetlileri olan,
Peygamberler, bu işi yaparlardı durmadan.
Her ne olursa olsun, islâma hizmet etmek,
Çok lâzımdır bilhassa, gençlere din öğretmek.
Bilenler, bildiğini öğretmezse bu günde,
Ne cevap verecektir yarın hesap gününde?
Bu işi yaparken de, fitne çıkarmamaya,
Çok dikkat etmelidir, bir gönül yıkmamaya.
Zîrâ bilmelidir ki, kalp kırmak çok günâhtır.
Kâbeyi, yetmiş defâ yıkmaktan da fenâdır.
Mü'min, o kimsedir ki, elinden ve dilinden,
Kimseye, zarar ziyân gelmiyendir kat'iyyen.
Mü'min, güler yüzlüdür, ondadır hayâ, edeb.
Darda bulunanların yardımına koşar hep.
Kim yaşarsa devamlı bu "İslâm ahlâkı"yle,
Hizmet etmiş sayılır islâma o hâliyle.
Bir gönül incitmeden, bir kânun çiğnemeden,
"Lisân-ı hâli" ile dîne hizmet eyliyen,
Tam "Cihâd" sevâbına nâil olur sonunda.
Cevâbı da kolaydır, yarın sorulduğunda.
"Lisân-ı hâl" üstündür, "Lisân-ı kâl"den elbet.
Ve daha tesirlidir islâma böyle hizmet.
"İmâm-ı Rabbânî"nin, yine bir mektûbunda,
Şöyle buyuruluyor “Îtikad” mevzûunda:
(Îtikad bilgileri, herkese zarûrîdir.
Öğrenmek, her insanın “Aslî vazîfesi”dir.
Her kim, çocuklarına, îmân bilgilerini,
Vermezse, yapmamıştır insanlık görevini.
Îtikad edilmesi çok lâzım olanları,
Âlimler, şu şekilde bildirdi ayrı ayrı:
Hak teâlâ, elbette, kendi zâtıyla vardır.
Yâni kendi kendine varlıkta durmaktadır.
Nasıl şimdi var ise, hep var idi önceden.
Ve hep var olacaktır, devamlı, ebediyyen.
Varlığının önünde, sonunda yokluk olmaz.
Çünkü Onun varlığı lâzımdır, O'nsuz olmaz.
O, “Vâcib-ül vücûd”dur, varlığı lâzımdır hep.
Ve herkes, Onun ile varlıkta duruyor hep.
O, birdir, şerîki ve benzeri yok elbette.
Ve Onun, hiç ortağı yoktur ülûhiyyette.
İbâdet olunmaya hakkı olmakta da bir,
Yoktur aslâ ortağı, yoktur Ona bir nazîr.
Ortağı olmak için, müstakil, yâni kâfi,
Olmaması lâzım ki, bir kusurdur bu dahî.
O, ülûhiyyetinde müstakildir muhakkak.
O halde lüzumsuzdur Ona şerîk ve ortak.
Lüzumsuz olmak ise, bir “Kusur”dur elbette.
Kusur ve noksanlık da olmaz ulûhiyyette.
Şerîk olacağını düşünmek yâni Ona,
Olamıyacağını çıkarıyor meydana.
Onda, noksan olmıyan, kâmil sıfatlar vardır.
Bunlar da, “Sübûtî” ve “Hakîkî” sıfatlardır.
Hayat, İlim, Sem', Basar, İrâde, Kudret, Kelâm,
Ve Tekvîn sıfatıyla, sekiz olur hepsi tam.
Bunlar dahî “Kadîm”dir, sonradan olma değil.
Kendinden ayrı vardır, böyle dedi ehl-i dil.
Allah, cisim değildir, değil hem madde ve hâl.
O, zamanlı değildir, olmaz Ona yer, mahal.
Bir cihette değildir, yoktur Onun bir yeri.
Yoktur misli ve zıddı, yoktur hiçbir benzeri.
Ana, baba, zevcesi, yoktur çocukları hem.
“Allah baba” diyenin, îmânı gider o dem.
Bunlar, hep mahlûklarda bulunan nesnelerdir.
Hepsi birer noksanlık, kusur alâmetidir.
Her şeyi bilicidir zerreden Arş’a kadar.
Kâinâtta ne varsa, bilir gizli, âşikâr.
Çünkü Odur yaratan ne varsa yer ve gökte.
Zîrâ yaratmak için, bilmek lâzım elbette.
O, önceki sonsuzdan, sonraki sonsuza dek,
Yalnız bir "Kelâm" ile söyleyicidir elbet.
Bütün emirleri ve yasakları velhâsıl,
Yine hep o bir "Söz" den çıkıyor hepsi asıl.
Tevrât, İncîl ve Zebûr ve Kur'ân da nihâyet,
Hep o bir tek "Kelâm"a ediyorlar işâret.
Diğer Peygamberlere inen o sahîfeler,
Yine o, tek bir "Söz"ün birer tafsîlidirler.
Müslümânlar, Cennette "Allah"ı görecektir.
Bilinmiyen görmekle lâkin göreceklerdir.
Zîrâ nasıl olduğu anlaşılamıyanı,
Görmenin, olmaz elbet anlaşılır bir yanı.
Belki gören kimse de, anlaşılmaz bir hâle,
Girer de, öyle erer bu devlet ve kemâle.
Bu, derin bir muammâ, anlaşılmaz bir iştir.
Lâkin seçilmişlere, bu sır bildirilmiştir.
Bu mesele, herkese gizlidir gerçi fakat,
Bu seçilmiş zâtlara, olmuştur bir hakîkat.
Buna inanmıyanlar, göremiyeceklerdir.
Zîrâ “İnkâr edenler, mahrumdur” demişlerdir.
Her şey gibi, Allah’ın bir mahlûkudur "Cennet".
O, hiçbir mahlûkunun içine girmez elbet.
Fakat bâzılarında, zuhûr eder nûrları.
Bu nîmetten mahrumdur ve lâkin bâzıları.
“Ayna”da, cisimlerin sûreti görünüyor.
Lâkin "Taş" ve "Toprak"ta bu görüntü olmuyor.
Resûlullah, “Mîrâc”da gördüyse de, ne var ki,
O, bu dünyâ'da değil, "Cennet"te oldu vâki.
Yâni dünyâ'dan çıkıp, karıştı âhiret'e.
"Âhiret" âleminde kavuştu bu devlete.
Yerleri ve gökleri, dağları, denizleri,
Hep Allahü teâlâ yarattı bu şeyleri.
Ağaç, meyva, mâdenler, hücre, atom, molekül,
Onun yaratmasıyla ederler hep teşekkül.
Nasıl ki yıldızlarla süslediyse semâyı,
"İnsan"ı yaratmakla süsledi bu dünyâyı.
Ondan başka hiçbir şey, yok idi bu cihânda.
Hepsini, hiç yok iken, O yarattı bir anda.
İnsanlar, yaratılmış “Mahlûk” olduğu gibi,
İşleri de, Allah’ın mahlûkudur tabii.
“Yaratılmak” damgası yemiştir ki bu insan,
bu, âciz olduğuna bir delildir ve nişân.
Kul, bu âcizliğiyle hiçbir şey yaratamaz.
Kula “Yarattı” demek, çirkindir, câiz olmaz.
Bir insanın işinde, kendine düşen husus,
Yalnız “Kesb etmesi”dir, yaratmak Rabbe mahsus.
Kulun, cüz’î kudreti ve irâdesi vardır.
İşi yapan, yaratan, Allahü teâlâdır.
İhtiyârî işler de, insanın kesbi ile,
Hâsıl olur yine de Onun yaratmasıyle.
İnsan, işi kesb eder, yâni seçer, beğenir.
Allah da yaratarak, o iş meydana gelir.
İnsanın beğenmesi olmasaydı işinde ,
“Titreme”den bir farkı olmazdı o işin de.
İhtiyârî işleri, titremeden ayıran,
“Kesb”dir ki, mes’ul olur insan her yaptığından.
Hak teâlâ, işleri yapmaya kâfi miktar,
Vermiştir kullarına bir “Kudret” ve “İhtiyar”.
İnsanın ihtiyârı, yapacağı bir işin,
Olup olmamasında eşit olduğu için,
Serbestçe karar verip, o işi yapacaktır.
Sonunda, "Sevap" veyâ "Günâh" kazanacaktır.
Hak teâlâ, kullara ettiğinden çok şefkat,
Peygamberler gönderdi “aleyhimüssalevât”.
Bunlarla, “Doğru yol”u gösterip kullarına,
Çağırdı onları hep, sevgi ve rızâsına.
Yâni râzı olduğu, sevdiği bir yer olan,
“Cennet”e dâvet etti, kurtulup bu dünyâ'dan.
Onun bu dâvetini, kim kabûl etmez ise,
Ne kadar ahmaktır ve zavallıdır o kimse.
Bütün Peygamberlerin, Allahü teâlâdan,
Getirdiği haberler, doğrudur, olmaz yalan.
“Akıl”, hakkı, doğruyu bulmaya yarıyan bir,
Âlet ise de fakat, noksandır, tam değildir.
Doğruyu, tek başına bulamaz yâni akıl.
"Peygamber" gelmesiyle tamamlanmıştır asıl.
Peygamberlik nûruyla, o ancak görebilir.
O ışık olmadıkça, hep yanlış karar verir.
Nitekim gözümüz de, görmüyor karanlıkta.
Görebilmesi için “Işık” lâzım ona da.
Onların gelmesiyle, akıl tamamlanmıştır.
Kullara, bir özür ve bahâne kalmamıştır.
Peygamberlerin ilki, “Âdem” aleyhisselâm.
“Habîbullah” ile de, nübüvvet buldu hitâm.
Hepsine îmân edip, tasdîk eylemeliyiz.
Hepsini, mâsum yâni “Günâhsız” bilmeliyiz.
Birine inanmamak, inkârdır tamâmını.
Çünkü söylemişlerdir hepsi aynı "Îmân"ı.
"Îsâ aleyhisselâm" ölmeyip, şimdi "sağ"dır.
Dünyâ hayâtı ile Cennette, hayattadır.
Yehûdîler, öldürmek istedi onu, ancak,
Allah, göke kaldırdı onu "diri" olarak.
Kıyâmete yakın bir zamanda, gökten Şam’a,
İnip, tâbi olacak bu dîne, bu islâma.
"Melekler", Rabbimizin kıymetli kullarıdır.
Onların da içinde Peygamberleri vardır.
Onlar vahiy getirir, ya sâir meleklere,
Yâhut insandan olan bütün Peygamberlere.
Emr olunduklarını yapar, isyân etmezler.
“Emîn” olduklarından, yanlış iş işlemezler.
Gökten inen kitap ve sahîfeleri de hep,
Onlar getirmiştir ki, doğrudur hepsi elbet.
Yemeye ve içmeye, yoktur ihtiyaçları.
Evlenmeleri yoktur, olmaz hiç çocukları.
Çünkü yoktur onlarda erkeklik ve dişilik.
Hep itâat ederler, yapmazlar hiç gevşeklik.
Bütün bunlara rağmen, insanların yükseği,
En üstün melekten de, olur yüksek ve iyi.
Çünkü insan, “Nefis” ve “Şeytan”la savaşıyor.
İhtiyâcı var iken böyle çok yükseliyor.
Yüksek yaratılmıştır onlar ise bilâkis.
Hem de yoktur onlarda ihtiyaç, şeytan, nefis.
Onlar, tesbîh ve takdîs etseler de pek fazla,
İnsanlara mahsustur “Cihâd etmek” ihlâsla.
"Seyyid Mîr Muhibbullah" adındaki bir zâta,
Mektup yazıp, şöylece başladı nasîhata:
(Allah, bizi ve sizi, şerefli ceddinizin,
Yolunda bulunmayı, her an nasîb eylesin.
Merhametli efendim, dünyâ, kazanç yeridir.
Bu zaman da, devamlı, her gün azalıverir.
Geçer ise bu ömür, hep günâh işlemekle.
Yarın pişmân olmaktan başka şey geçmez ele.
Öyle ise ölmeden, artık uyanmalıyız.
Parlak olan bu dîne, uygun yaşamalıyız.
Ancak böyle yaparsak, kurtulmamız umulur.
Ve böyle kazanılır ebedî rahat, huzûr.
İşte dünyâ hayâtı, “İş yapacak” zamandır.
Keyf yapıp eğlenecek zamana daha vardır.
İnsan, iş zamanını, keyf ile geçirirse,
Ne elde edebilir mahşer günü o kimse?
Bir çiftçi, tohumunu ekmez ise iş günü,
Yarın alabilir mi tarlanın mahsûlünü?)
Biri suâl etti ki: “Kabirdeki azaplar,
Rüyâda acı duymak gibi mi olacaklar?”
Buyurdu ki: (Kat'iyyen, rüyâ gibi değildir.
Kabirdeki azaplar, azâbın kendisidir.
Rüyâda görünenle aynıdır sanma sakın.
Onunla, bir ilgisi yoktur hiç uzak yakın.
Çünkü kabir azâbı, “Âhiret azâbı” dır.
Hem rûha, hem bedene, birlikte azap vardır.
Rüyâ ise, bir rûhun, bedenden ayrılarak,
Bir şeyler görmesidir sâdece ruh olarak.
Hem de kabir azâbı, âhiret azâbıdır.
Dünyâ azâbı ise, ona göre pek azdır.
Oradan, bir "Kıvılcım" dünyâ'ya gelse eğer,
Dünyâ'daki her şeyi, hemen yakar, yok eder.)
O dedi: “Rüyâda da ve insan ölünce de,
Ruh, bedeni terk edip, çıkıyor netîcede.
O halde niçin rüyâ, dünyâ'dan addedilir?
Kabirdeki azaplar, niçin âhiret'tendir?”
Buyurdu ki: (Uykuda, ruh, çıksa da bedenden,
Bu, keyfe, eğlenceye gidene benzer aynen.
Gülerek, sevinerek evinden çıkar, gider.
Yine sevinç içinde, geriye eve döner.
Ölürken ki ayrılış, benzemez buna fakat.
Değildir onun gibi hiç neş'eli ve rahat.
Bu dahî, şu kimsenin hâline benzer aynen:
Evleri, binâları yıkılmıştır tamâmen.
Vatanı haraptır ki, yoktur artık bir evi.
Hiç dönmemek üzere, terk etmiştir bu yeri.
Olmaz neş'e ve sevinç böyle bir terk edişte.
Çok acı ve güçlükler olur böyle gidişte.
Uyuyan bir kimsenin vatanı, bu "Dünyâ”dır.
Ona, dünyâ'ya uygun muâmele yapılır.
Öleninse vatanı, “Âhiret” olur artık.
Ona da iş yapılır, âhiret'e muvâfık.
Zîrâ bir hadîsinde buyurdu ki o Server:
“Kıyâmeti kopmuştur, ölürse insan eğer.”
"İmâm-ı Rabbânî" ki, evliyânın baş tâcı.
Ona, kalplerimizin çok vardır ihtiyâcı.
Her sözü, hasta olan kalplere bir devâdır.
Yine bir mektûbunda şöyle buyurmaktadır:
(Nasîhatlerin özü, şudur ki en evvelâ,
Birlikte bulunmaktır “Allah adamları”yla.
Çünkü bu büyüklerin bildirdikleri gibi,
“Îmân” edinmedikçe, her şey "Boş"tur tabii.
Dînin bekçisi olan bu büyük âlimlerin,
Yolunda yürüyenler, azaptan olur emîn.
Çünkü onların yolu, “Ehli sünnet” yoludur.
Sağa, sola sapmıyan, orta ve doğru yoldur.
Bundan, “Kıl ucu” kadar ayrılık olsa biraz,
Âhiret'te, azaptan kurtuluş mümkün olmaz.
Bu yoldan, zerre kadar ayrılmışsa bir kimse,
Onunla arkadaşlık, zararlıdır herkese.
Böyle bir kimse ile arkadaşlık etmeyi,
“Öldürücü zehir”den, daha fecî bilmeli.
Onların sohbetini, hiç dinlememelidir.
“Yılan sokması” gibi, zararlı bilmelidir.
Gâyesi "Dünyâ" olan din adamlarından da,
Sakınıp, durmamalı az bile yanlarında.
Çünkü onlar, dünyâ'yı ederler dîne âlet.
Onlara aldananlar, helâk olur nihâyet.
Gönül ehli birisi, gördü bir gün "Şeytan"ı.
Baktı ki oturuyor, boş geçiyor zamanı.
Sordu ki: “Niçin böyle bomboş oturuyorsun?
Herkesi aldatmaya gayret sarfetmiyorsun?”
Dedi ki: “Bu zamanın, kötü din adamları,
Yoldan çıkarıyorlar zâten bu insanları.
Onlar, benim işimi çok güzel yapıyorlar.
Hattâ bana yapacak bir iş bırakmıyorlar.”
Hakîkî bir müslümân, düşünür hep dînini.
“İslâma hizmet” için, fedâ eder kendini.
Hattâ hizmet ederken Allahın kullarına,
Kendi menfaatini, getirmez hatırına.
Dışarıdan bakanlar, onu “Akılsız” bilir.
Zîrâ “Maksat sâhibi, sanki deli gibidir.”
Nitekim Resûlullah buyurdu: “Bir kimsenin,
Îmânı tamam olmaz, deli denilmeksizin.”
Hak teâlâ her kimi, Allahın kullarına,
Hizmette kullanırsa, müjdeler olsun ona.
Bu dünyâ, âhiret'in tarlasıdır evlâdım.
Burada, tohumları yemeyip, ekmek lâzım.
Böylece “Bir” tâneden, “Yediyüz” tâne almak,
Mümkünken, ne fenâdır bunu elden kaçırmak.
Kardeşin kardeşinden, ananın evlâdından,
Kaçtığı o gün için bir hazırlık yapmıyan,
Dünyâ ve âhiret'te zarar ve ziyândadır.
Muhakkak pişmân olup, âkıbeti hüsrândır.
Aklı olan bir kimse, fırsat bilir bu ânı.
Oraya hazırlıkla geçirir her zamanı.
Bu kısacık zamanda, faydalı tohum eker.
Bir tâneden, sayısız meyveler elde eder.
"İmâm-ı Rabbânî"nin nasîhat ve sözleri,
Hidâyete getirdi binlerce kimseleri.
"Mektûbât" kitâbında buyurur: (Bir insana,
Önce lâzım olan şey, ermektir "tam îmân"a.
Yâni îtikadını, îmânını düzeltmek,
Herşeyden daha önce lâzımdır insana pek.
Bundan sonra, sâlih ve yarar iş yapmalıdır.
Bunların içinde de, en mühimi "Namâz"dır.
Resûlullah buyurdu bir hadîsi şerîfte:
"Namâz kılmak, bu dînin direğidir elbette.
Namâz kılan bir kimse, dînini doğrultmuştur.
Namâz kılmıyan ise, dînini yıkmış olur."
"Namâz"ı, doğru dürüst kılarsa eğer insan,
Kurtulur tamâmiyle kötü iş ve fahşâ’dan
İnsanı kötülükten korumayan bir namâz,
Görünüşte namâzdır, doğru namâz olamaz.
Ve lâkin doğrusunu yapıncaya kadar tam,
Görünüşü yapmaya, etmeli yine devam.
Buyuruldu: "Bir şeyin, hepsi yapılamazsa,
Hepsini de elinden kaçırma hiç olmazsa."
Allahın merhameti sonsuzdur çünkü evlât.
O, kabûl edebilir görünüşü hakîkat.
"Böyle kılacağına, hiç kılma" dememeli.
"Böyle kılacağına, dosdoğru kıl" demeli.
"Namâz"ı, cemâatle edâ etmeli ki hep,
Azaptan kurtulmaya, namâzdır çünkü sebep.
Mü'minûn sûresinin başındaki âyette:
Buyuruldu: (Mü'minler kurtulacak elbette.)
Âyetin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, namâzlarını huşûyla kılanlardır."
Çetin şartlar altında yapılırsa bir tâ'at,
Kazanılan sevap da, elbet olur kat be kat.
Bunun için, gençlerin ibâdet etmeleri,
Mühim olup, indallah pek büyüktür değeri.
Çünkü "Nefis" ve "Şeytan" ve bir de "Kötü yârân",
Bilhassa hep gençlere saldırırlar her yandan.
Onları dinlemeyip, ibâdete sarılmak,
Çok büyük sevaplara kavuşturur muhakkak.
"Eshâb-ı Kehf", ne için çok şerefli oldular?
Çünkü o dinsizlerden, hicretle ayrıldılar.
Kâfirler, ibâdette zorluk çıkarırlarsa,
O tâatın sevâbı, kat be kat olur fazla.
Daha ne yazayım ki, oğlumuz, bilmem neden,
"Allah adamları"na kaçıyor görünmekten.
Dünyâ düşkünleriyle bulunmayı istiyor.
Bunun zararlarını, hiç akıl edemiyor.
Oğlum, sen o dostlara yakın olma ki zinhâr,
Dînine, îmânına saldırır çünkü onlar.
Onlar, tatlı dilli ve güler yüzlü "düşman"dır.
Uyanık bulunmazsan, dînini çalar, alır.
Resûlullah buyurdu bir hadîsinde yine:
"Mal ve mevkî sâhibi zenginlerden birine,
Sâdece malı için alçalsa biri eğer,
Bu sebepten, dîninin üçte ikisi gider."
"İmâm-ı Rabbânî" ki, velîlerin baş tâcı.
Sözleri, “Hasta” olan “Katı kalp”ler ilâcı.
Seyyitlerden birine yazdı ki mektûbunda:
(Ey yavrum, aman sakın, gitme nefsin yolunda.
Çünkü düşmanındır o, ve senin içindedir.
Şef olmak, başa geçmek arzu, hevesindedir.
Onun bütün gâyesi, herkesten olsun üstün.
Ve herkes, ona karşı eğilsin, boyun büksün.
Arzu etmez, kimseye “Muhtâc olsun” kendisi.
Hiç istemez olsun bir âmiri, efendisi.
Onun bu istekleri, gelir ki şu mânâya,
"Şerîk, ortak olmak” tır Allahü teâlâya.
Yâni “Mâbud olmak”tır, onun için tek hedef.
İster ki, herkes ona tapınsınlar mâlesef.
Hattâ nefsi emmâre, “Alçaktır” ki o kadar,
Ortak olmaya bile, eylemez pek îtibâr.
İster ki, kendi olsun yalnızca âmir, hâkim.
Girsin onun emrine, dünyâ'da varsa her kim.
Bir hadîs-i kudsîde buyuruldu halbuki:
“Nefsine düşmanlık et, bana düşman o çünki.”
Hâsılı “alçak nefs”in, mal mevkî, rütbe makam,
Gibi arzularını kim yaparsa bittamam,
Yardım etmiş sayılır Hakk’ın bu düşmanına.
Ne belâ gelse azdır, o kimsenin başına.
Kul için, bundan fecî “Suç” olur mu ki acep,
Rabbinin düşmanına, yardımda bulunur hep?
Demek ki, mevkî makam, rütbe gibi her nîmet,
“Nefis” için olursa, “Hüsrân” olur âkıbet.
Ve lâkin istenirse, nefse tâbi olmadan,
Günâh değil, bilâkis “Sevap” olur o zaman.
Bunlar, Hak teâlânın dînine "Hizmet" için,
İstenirse, Allah da veriyor buna izin.
Hattâ bu niyet ile, mevkî, makam istemek,
Allahın rızâsına muvâfık da olur pek.
Yâni bu isteklere, karışmazsa hiç nefis,
Bunları istemekte, dînimizce yok beis.
Şundandır ki Allahın dünyâ'yı sevmemesi,
Kötü isteklerine kavuşturur hep nefsi.
Allahın düşmanına kim etse yardım, medet,
O da, Hak teâlânın düşmanı olur elbet.
Nefis, kurtulmadıkça “Üstünlük” hülyâsından,
Zor olur kurtulması, Cehennem azâbından.
Ebedî felâkete gitmeden daha önce,
Onu, bu “Hastalık”tan kurtarmalı hemence.
“Lâ ilâhe illallah” mübârek kelimesi,
Sık sık tekrarlanırsa, temizler âdî nefsi.
Ne zaman yoldan çıkıp, “Azgınlık” gösterirse,
Bu güzel kelimeye sarılmalı o kimse.
"İmâm-ı Rabbânî"nin "Mektûbât"ında yine,
Bir tâziye mektûbu yazılmıştır birine.
"Mirzâ Alî Can" için yazmışsa da mektûbu,
Okuyan herkes için geçerlidir elbet bu.
Mektupta buyurur ki: (Bizleri, Hak teâlâ,
Resûlünün yolunda bulundursun evvelâ.
Çünkü insan, ne kadar yaşasa da, nihâyet,
Muhakkak âhiret'e edecek bir gün avdet.
Enbiyâ sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"Her bir canlı, ölüm'ün tadını tadacaktır."
Bunun için ey oğlum, ölecektir her insan.
Her kim olursa olsun, kurtulamaz hiç bundan.
Hadîste buyuruldu: "Her kimin ömrü uzun,
İbâdeti de çoksa, ona müjdeler olsun."
Bir "Köprü"ye benzer ki, "Ölüm", açık, âşikâr,
Ölüm'le kavuşurlar mâşûkuna âşıklar.
Bütün Hak âşıkları, ölüm'ü düşünerek,
Tesellî bulmaktadır, onu hayâl ederek.
Ankebût sûresinin, beşinci âyetinde,
Şöyle buyuruluyor bu mevzû üzerinde:
"Ey Rabbine kavuşmak istiyenler, bilin ki,
Ona kavuşma vakti gelecek elbette ki."
Ve lâkin nefsine ve şeytana tutulanlar,
Bir "Allah adamı"na kavuşmamış olanlar,
Yukardaki müjdeye, elbet dâhil değildir.
Onlar, zarar ziyânda ve hep başı yerdedir.
Şimdi vefât etmiştir sizin vâlideniz de.
Büyük bir varlık olup, çok hakkı vardır sizde.
Buna karşı, siz dahî ona yardım ediniz.
Ona duâ, sadaka, Fâtiha gönderiniz.
Hadîste buyuruldu: (Mezardaki bir mevtâ,
Denizde boğulacak zâta benzer âdetâ.
Anne ve babasından ve her tanıdığından,
Gelecek bir duâyı beklemektedir her an.)
Bir de insan, onların ölümünü görerek,
"Kendi ölüm'ü"nü de lâzım gelir düşünmek.
Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın,
Beğendiği şeyleri yapmalıdır bi hakkın.
Bilmeli ki bu "Dünyâ", aldatır insanı hep.
Onu, ahmak olanlar sâdece eder talep.
Dünyâ kazançlarının, Allahın indindeki,
Îtibârı, bir zerre olsa idi eğer ki,
Ondan, kıl ucu kadar vermezdi kâfirlere.
Öyleyse bu dünyâ'yı sokmamalı kalplere.
Allah, sizi ve bizi, yüz çevirip her şeyden,
Kendine bağlamayı nasîb eylesin hepten.
Oğlum, cenâbı Hakkın sonsuzdur merhameti.
Lâkin azâbının da, pek fazladır şiddeti.
"Beyn-el havf-ü verrecâ" üzre bulunmalıdır.
Yâni korku ve ümit, müsâvî olmalıdır.
Gençlikte, Rabbimizin kahrından, gazabından,
Çok korkmak ve titremek lâzım gelir her zaman.
İhtiyarlıkta ise, af ve merhametine,
Sığınmak lâzımdır ki, orta yol budur yine.)
"İmâm-ı Rabbânî"nin "Mektûbât"ında yine,
Bir tâziye mektûbu yazılmıştır birine.
"Mirzâ Alî Can" için yazmışsa da mektûbu,
Okuyan herkes için geçerlidir elbet bu.
Mektupta buyurur ki: (Bizleri, Hak teâlâ,
Resûlünün yolunda bulundursun evvelâ.
Çünkü insan, ne kadar yaşasa da, nihâyet,
Muhakkak âhiret'e edecek bir gün avdet.
Enbiyâ sûresinde şöyle buyurmaktadır:
"Her bir canlı, ölüm'ün tadını tadacaktır."
Bunun için ey oğlum, ölecektir her insan.
Her kim olursa olsun, kurtulamaz hiç bundan.
Hadîste buyuruldu: "Her kimin ömrü uzun,
İbâdeti de çoksa, ona müjdeler olsun."
Bir "Köprü"ye benzer ki, "Ölüm", açık, âşikâr,
Ölüm'le kavuşurlar mâşûkuna âşıklar.
Bütün Hak âşıkları, ölüm'ü düşünerek,
Tesellî bulmaktadır, onu hayâl ederek.
Ankebût sûresinin, beşinci âyetinde,
Şöyle buyuruluyor bu mevzû üzerinde:
"Ey Rabbine kavuşmak istiyenler, bilin ki,
Ona kavuşma vakti gelecek elbette ki."
Ve lâkin nefsine ve şeytana tutulanlar,
Bir "Allah adamı"na kavuşmamış olanlar,
Yukardaki müjdeye, elbet dâhil değildir.
Onlar, zarar ziyânda ve hep başı yerdedir.
Şimdi vefât etmiştir sizin vâlideniz de.
Büyük bir varlık olup, çok hakkı vardır sizde.
Buna karşı, siz dahî ona yardım ediniz.
Ona duâ, sadaka, Fâtiha gönderiniz.
Hadîste buyuruldu: (Mezardaki bir mevtâ,
Denizde boğulacak zâta benzer âdetâ.
Anne ve babasından ve her tanıdığından,
Gelecek bir duâyı beklemektedir her an.)
Bir de insan, onların ölümünü görerek,
"Kendi ölüm'ü"nü de lâzım gelir düşünmek.
Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın,
Beğendiği şeyleri yapmalıdır bi hakkın.
Bilmeli ki bu "Dünyâ", aldatır insanı hep.
Onu, ahmak olanlar sâdece eder talep.
Dünyâ kazançlarının, Allahın indindeki,
Îtibârı, bir zerre olsa idi eğer ki,
Ondan, kıl ucu kadar vermezdi kâfirlere.
Öyleyse bu dünyâ'yı sokmamalı kalplere.
Allah, sizi ve bizi, yüz çevirip her şeyden,
Kendine bağlamayı nasîb eylesin hepten.
Oğlum, cenâbı Hakkın sonsuzdur merhameti.
Lâkin azâbının da, pek fazladır şiddeti.
"Beyn-el havf-ü verrecâ" üzre bulunmalıdır.
Yâni korku ve ümit, müsâvî olmalıdır.
Gençlikte, Rabbimizin kahrından, gazabından,
Çok korkmak ve titremek lâzım gelir her zaman.
İhtiyarlıkta ise, af ve merhametine,
Sığınmak lâzımdır ki, orta yol budur yine.)
"İmâm-ı Rabbânî" ki, Hakkın bir evliyâsı.
Sözleri, temizlerdi kalpten kiri ve pası.
Bir gence mektup yazıp, buyurdu ki: (Evlâdım!
Her gün yaklaşıyoruz "Ölüm"e adım adım.
Bir kul ki, hep "günâh"la geçirirse ömrünü,
Ne özür ve bahâne bulur o mahşer günü?
Bir kul, Yaradan’ına ederse her gün isyân,
Yarın mahcûb olmaz mı, mahşer günü o insan?
Ömrünü, hep "günâh"la geçirirse, sonunda,
Nasıl cevap verir o, Rabbinin huzûrunda?
Daha, ne güne kadar böyle gaflet olacak?
Kulaklardan bu pamuk, ne vakit atılacak?
Ey oğlum, sözlerime kulak ver, dinle iyi.
Bir gün kaldıracaklar gözlerden bu perdeyi.
Ve yine çok yakında, gelecek ki bir zaman,
Bu “Gaflet pamuğu”nu atarlar kulaklardan.
Fakat hiç fâidesi olmıyacak bunların.
Bilâkis bir pişmânlık olacak ona yarın.
"Ölüm" uyandırmadan, uyanalım ki şu an,
Yüzümüz ak olarak verelim Allaha can.
Öyle yaşamalı ki, kul bu kısa ömründe,
Mahcûbiyyet olmasın, yarın "Mîzân" önünde.
Âhiret'te kurtulmak için de yine evlât,
Edinmeli dosdoğru bir "Îmân" ve "Îtikad".
Îmân doğru olmadan, kurtuluş olmaz aslâ.
Hem dahî amelleri, yapmalıdır "ihlâs"la.
"Tasavvuf"a girmekten, şudur ki asıl maksat.
Görmüş gibi kuvvetli olsun îmân, îtikad.
Düşünüp işiterek ele geçen o îmân,
Bularak, anlıyarak hâsıl olur o zaman.
Tasavvufa girmenin, ikinci fâidesi,
Temizlenir pislikten, hem "Nefs-i emmâre"si.
Bütün ibâdetlerin yapılması, o zaman,
Güç olmayıp, bilâkis olur kolay ve âsân.
Nefisten hâsıl olan isteksizlik, atâlet,
Gidip, onun yerine zevkli gelir ibâdet.
Haramlar, nefse önce gelirken tatlı, şirin,
O zaman tam aksine, gelir fenâ ve çirkin.
Önce, hiç istemezken ibâdet eylemeyi,
Şimdi, her bir ibâdet, gelir tatlı ve iyi.
Bütün bu üstünlükler, “Sohbet”le olur hâsıl.
Sahâbe, bir sohbette olurdu buna vâsıl.
Onlar, Resûlullahı görmekle bir kerecik,
"Hikmet" konuşurlardı bir anda hemencecik.
Onların, o bir anda çıktıkları noktaya,
Yıllarca çalışsa da, çıkamaz bir "Evliyâ".
Gelen vahyi, meleği görmüştü çünkü eshâb.
Resûl'ün sohbetiyle olmuşlardı şerefyâb.
“Bir avuç arpa” ile, bir tasadduk yapsalar,
Bundan, öyle çok sevap alırdı ki o zâtlar,
Başkaları, “Dağ kadar altın”ı verse bile,
Yine de pek az kalır, o sevâba nisbetle.
Arkadaş, dost idiler onlar "Resûlullah"a.
Bundan daha şerefli bir nîmet var mı daha?
"İmâm-ı Rabbânî" ki, çok büyük evliyâ zât.
Ederdi insanlara hep öğüt ve nasîhat.
Bir gün de buyurdu ki: (Mevlâmız, hepimizi,
Dünyâ ve âhiret'in iyisi, Efendisi,
Olan "Resûlullah"a, her işte, tam ve kesin,
Uymak seâdetiyle şereflendirsin, âmîn!
Çünkü cenâbı Allah, Ona tâbi olmayı,
Çok sever her bir işte, aynen Ona uymayı.
Ona tâbi olmanın, ufak bir zerresi hem,
Üstündür âhiret ve dünyâ nîmetlerinden.
En hakîkî üstünlük, o Resûl'e uymaktır.
İnsanlık meziyeti, ona tâbi olmaktır.
Meselâ o Resûl'e tâbi olan bir kimse,
Eğer gün ortasında bir miktar uyur ise,
Hiç Ona uymaksızın, geceleri çok tâat,
İbâdet eylemekten üstündür hem de kat kat.
Çünkü "Kaylûle etmek", yâni bir parça her gün,
Öğleden önce yatmak, âdetiydi Resûl'ün.
Yine o Peygambere uymayı düşünerek,
Bayram günü, hiç oruç tutmayıp, yiyip içmek,
Hiç Ona uymaksızın, senelerle tutulan,
Oruçlardan, kat be kat üstündür yine bundan.
Ve meselâ fakire, yine Ona uyarak,
Az bir şey verilirse, eğer "Zekât" olarak,
Dağlar kadar altını, kendi arzusu ile
Tasadduk eylemekten efdaldir yine böyle.
Bir gün "hazreti Ömer", bir sabah namâzını,
Cemâatle kılarak, gözetti eshâbını.
Lâkin göremeyince bir kimseyi mescitte,
Buyurdu ki: "Filân zât yok muydu cemâatte?"
Dediler: "Geceleri ibâdet yapar o zât.
Uykusu bastırmıştır belki onu bu saat."
Buyurdu ki: "Keşke o, gece hep uyusaydı.
Ve sabah namâzını cemâatle kılsaydı."
İslâmdan ayrılanlar, sıkıntı, mücâhede,
Çekip, nefislerini körletirler ise de,
Bu dîne uyulmadan yapıldıkları için,
Kıymetsiz ve hakîrdir, iç yüzü budur işin.
Bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa,
Bir iki mefaattir dünyâ'dan olsa olsa.
Halbuki bu "Dünyâ"nın tamâmının kıymeti,
Nedir ki, bir kaçının olsun ehemmiyyeti.
Meselâ "Çöpçüler"e benziyorlar ki bunlar,
Herkesten daha fazla çalışıp, yorulurlar.
Ve yine bunlar gibi, çok çalışanlar vardır.
Ve lâkin ücretleri, herkesten aşağıdır.
Halbuki her işini islâma uyduranlar,
Yâni Resûlullaha aynen tâbi olanlar,
Latif cevâhirlerle, kıymetli elmaslarla,
Meşgul "Mücevherciler" gibidirler meselâ.
Bunlar, çok çalışmayıp, yorulmadığı halde,
Kazançları, kârları olur pek çok ziyâde.
Hattâ bunlar, bir saat çalışmış olsa eğer,
Yüzbinlerle senelik kazanç elde ederler.
Buna sebep şudur ki, bir iş, islâmiyyete,
Uygunsa, sâhip olur indallah bir kıymete.
Eğer O beğenmezse, hakîr ve kıymetsizdir.
Beğenilmeyen şeye, verilir mi hiç ecir?
"İmâm-ı Rabbânî"nin, "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor "Hubb-u dünyâ" hakkında:
(Kardeşim, insanları, elbette Hak teâlâ,
Sırf yemek içmek için göndermedi dünyâ'ya.
Sevdiğimiz şeylerle oynayıp, mal toplamak,
Ve sırf keyif sürmeye gelmedik biz muhakkak.
İnsan, Rabbine karşı, her an âcizliğini,
Muhtaç, zavallı olup, gücü yetmezliğini,
Göstermek maksadıyla, dünyâ'ya gelmektedir.
Zâten Rabbine karşı "Kulluk" da bu demektir.
Ve lâkin bu kulluk da, yalnız Resûlullahın,
İzin verdiği gibi olmalıdır bi hakkın.
Onun emretmediği riyâzet, mücâhede,
Hepsi, zarar ziyândır fâideden ziyâde.
Nefse ağır gelse de o işler yapılınca,
Yine de zararlıdır Ona uyulmayınca.
"Ehli sünnet" denilen islâm âlimlerinin,
Bildirdiğine göre bir "Îmân" lâzım ilkin.
Îmân ve îtikadı sağlam ettikten sonra,
"Emir ve yasaklara uyma"ya gelir sıra.
"İlim", "Amel"den sonra, lâzımdır bir de "İhlâs".
Azaptan kurtulmak da, bununla olur esas.
"İhlâs", temiz etmek ve pislikten arınmaktır.
Yâni her yaptığını, "Allah için" yapmaktır.
Sözün özü şudur ki, âhiret'te kurtulmak,
Doğru îmân ve hâlis amelle olur ancak.
Oğlum, dünyâ'da kalmak zamanı pek kısadır.
Çoğu boş yere geçti, kalan ise pek azdır.
"Âhiret", dünyâ gibi olmayıp hiç muvakkat,
Ebedîdir, sonsuzdur, oradır asıl hayat.
Orada iki yer var, "Cennet" ile "Cehennem".
Bunların ikisi de mevcutlardır şimdi hem.
Her kimin, hangisine gideceği de yine,
Bağlıdır dünyâdaki yaptığı işlerine.
Ya sonsuz bir seâdet, ya ebedî bir elem.
Bunları haber verdi bizlere Fahr-i âlem.
Aklı olan, durmadan çalışması lâzımdır.
Zîrâ hiç dayanılmaz, azaplar pek acıdır.
Ey oğlum, ömrümüzün en kıymetli zamanı,
Boşa geçip, geriye kaldı kısa bir ânı.
En verimli günleri, Rabbin düşmanı olan,
"Nefs"in isteklerini yapmakla geçti her an.
Geriye, ömrümüzün en kıymetsiz, verimsiz,
Bir zamanı kaldı ki, ne iş yapabiliriz?
Keşke gençlik çağında yapılsaydı ibâdet.
Yarın mahşer gününde, olmazdı tasa ve dert.
"Zararın neresinden dönülse, yine kârdır."
Zîrâ kurtuluş için, bu fırsat elde vardır.
Gençlikte kaçırılan nîmeti, hiç olmazsa,
Şimdi yakalamaya çalışmalı hülâsa.
Kısa bir sıkıntıyla, az bir amelle, yine,
Kavuşmak mümkün olur Cennet nîmetlerine.
Gençlikte yaptığımız çirkin, fenâ fiiller,
Tövbe ve gözyaşiyle affedilebilirler.
"İmâm-ı Rabbânî"nin, dînine çok bağlı bir,
Hanıma gönderdiği öğüt ve nasîhattir:
(Görünen görünmiyen, bilinen bilinmiyen,
Her türlü nîmetleri kullarına gönderen,
Allahü teâlâya ederiz hamdü senâ.
Ki, Onun rahmetiyle kavuştuk her ihsâna.
Herkese, her nîmeti gönderen yalnız Odur.
Canlı cansız her şeyi, varlıkta O durdurur.
Bunca sayılamıyan, ne kadar varsa nîmet,
Hepsini, kullarına, O vermektedir elbet.
Odur hep kullarından belâları gideren.
Ve Odur duâları işitip, kabûl eden.
Öyle bir “Rezzâk”tır ki, kullarının yaptığı,
Günâhlardan ötürü, kesmiyor rızıkları.
“Merhamet”i o kadar boldur ki Onun yine,
Kimsenin günâhını, vurmuyor yüzlerine.
Ve o kadar çoktur ki Onun “Hilm”i ve "Sabr"ı,
Acele göndermiyor, kullara azapları.
Bir “İhsân sâhibi”ki Allahü azîmüşşân,
Saçıyor nîmetini, herkese dost ve düşman.
Bütün nîmetlerinin, en kıymetlisi ise,
Açıkça bildiriyor "İslâmiyyet"i bize.
Onun bu nîmetleri, bellidir ki o kadar,
“Güneş”ten daha açık, “Ay”dan daha âşikâr.
Başkalarından gelen nîmetleri de zâten,
Hep O göndermektedir kullarına esâsen.
İşte Onun yaptığı bu kadar ihsân, ikrâm,
Karşısında, hiç kimse bir şükür yapamaz tam.
“Vücûdumun her kılı, gelse de tek tek dile,
Şükrünün binde biri, yapılmış olmaz bile.”
İyilik yapanlara, hep teşekkür yapılır.
Bu, herkes de bilir ki, “İnsanlık îcâbı”dır.
O halde, her nîmetin hakîkî sâhibine,
Şükretmek, insanlığın bir îcâbıdır yine.
Ve lâkin Hak teâlâ, uzaktır her kusurdan.
Kul ise, hep noksanlık içinde olduğundan,
Bir münâsebetleri yoktur hiç "Allah" ile.
Ona şükredemezler kendi akıllariyle.
Ona söylenmesini güzel zannettikleri,
Bilâkis, Ona çirkin, uygunsuz gelir belki.
Büyültmek, hürmet etmek sandıkları da yine,
Küçültmek gelebilir belki de kendisine.
"Şükretme"nin şekli de bildirilmezse Ondan,
Ona lâyık olduğu, bilinemez yine tam.
İşte, Hak teâlânın sevdiği, beğendiği,
Yâni kabûl ettiği tâzim ve şükür şekli,
Peygamberleri ile gönderdiği “Dinler”dir.
Onlara bildirilen "ilâhî emirler"dir.
Orada, kalp ile ve bedenle yapılacak,
Her iş bildirilmiştir, gâyet açık olarak.
O halde Ona şükür, “İslâma sarılmak”tır.
Yâni farzları yapıp, haramdan sakınmaktır.
Ona, dînin dışında bir şükür olmaz daha.
Yoksa o, tersi olup, sebep olur günâha.
"Muhammed Murâd" adlı birine, mektûbunda,
Şöyle etti nasîhat “Haramlar” husûsunda:
(Kıymetli dostlarımın, bu dünyâ'nın tadına,
Çekici, câzibeli, süslü günâhlarına,
Aldanmış olmasından, çok fazla korkuyorum.
Gaflet etmelerine, pek çok üzülüyorum.
Şeytanın dürtmesiyle, ayrılıp mubâhlardan,
Şüpheli ve harama uzanacaklarından,
Sâhibimize karşı utanacak bir hâle,
Düşeceklerinden de, sıkılıyorum öyle.
Tövbe ve istiğfâra, çok devam etmelidir.
Haramlar, “Öldürücü zehir” bilinmelidir.
Sana söyliyeceğim tek sözüm yalnız şudur.
Çocuksun, yolun ise bir hayli korkuludur.
Hak teâlâ bizlere, çok acıdığı için,
Çok şeyi "mubâh" etmiş, vermiştir ruhsat, izin.
Ve lâkin rûhu hasta, kalbi bozuk olanlar,
Mubahlarla doymayıp, hudut tanımıyanlar,
"Haram" ve "Şüpheli"ye mâlesef el uzatır.
Böyle kullar, ne bedbaht ve ne çok zavallıdır.
İslâmın hudûdunu gözetip ince ince,
Buradan dışarıya taşmamalı böylece.
Alışkanlık üzere, vardır çok namâz kılan.
Fakat az, hem pek azdır, bu hudûdu kollıyan.
Doğru, hâlis olarak ibâdet edenleri,
Bozuk olanlarından ayıran farkın biri,
Allahın her emrini, harfiyyen gözetmektir.
Hudûdu aşmamaya, îtinâ göstermektir.
Çünkü "Namâz" ve "Oruç" edâ olunduğunda,
Görünüşte, aynıdır hâlis ve bozuğu da.
Zîrâ Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
“Dîninizin direği, temeli bu verâ’dır”
Ve yine hadîsinde o Allahın Habîbi,
Buyurdu ki: “Hiçbir şey, olamaz verâ gibi.”
Bu kıymetli ömrümüz, kusurla, kabâhatla,
Geçiyor, tükeniyor her gün günâh yapmakla.
Bunun için "Tövbe"den, istiğfâr eylemekten,
Konuşmamız hoş olur, Hakka boyun bükmekten.
Zîrâ Nûr sûresinde buyurdu ki Rabbimiz:
“Ancak, tövbe etmekle kurtulabilirsiniz.”
Ve En’âm sûresinde, etti ki emr-ü ferman:
“Sakının gizli açık, her türlü günâhlardan.”
Herkese farz-ı ayndır günâha tövbe etmek.
Hiç kimse kurtulamaz, "Tövbe"den, kadın erkek.
Nasıl kurtulurlar ki bu tövbeden insanlar,
Peygamberler ederdi, hem de tövbe, istiğfâr.
Bütün Peygamberlerin sonu ve en yükseği,
Olan Resûlullah da yapardı bu "tövbe"yi.
Allahü teâlâdan utanıp sıkılarak,
Af dilemek gerekir, gözyaşı akıtarak.
Ve farzlardan birini, özürsüz terk ettiyse,
Onun da, kazâsını yapmalıdır o kimse.
“Kul hakkı” da var ise, ödeyip helâllaşmak,
Ve duâ etmek ile kurtulur ondan ancak.)
"İmâm-ı Rabbânî"nin, "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor “Verâ, takvâ” hakkında:
("Verâ" ve "Takvâ" demek, Allahü teâlânın,
Haram ettiklerinden, sakınmaktır bi hakkın.
Resûlullah buyurdu: “Verâ sâhibi olan,
En âbid kimse olur, insanların arasından.”
"Hasan-ı Basrî" dahî buyurdu ki: “Muhakkak,
Bu dinde, zerre kadar "Verâ sâhibi" olmak,
Bin nâfile namâz ve oruçtan kıymetlidir.
Yâni alır bunlardan daha fazla bir ecir.”
"Ebû Hüreyre" dahî, buyurdu ki bir günde:
(Ey insanlar, bilin ki, yarın mahşer gününde,
Allahın huzûrunda toplanınca hepimiz,
"Verâ sâhipleri"dir, en muhterem ve azîz.)
Hak teâlâ, Kur'ânda, bunu beyân etmekte.
Şöyle buyurmaktadır meâlen bir âyette:
“Sevgime kavuşanlar içinde, en nihâyet,
Verâ sâhibi gibi yaklaşan olmaz elbet.”
Âlimler buyurdu ki: (Bir kimse, şu on şeyi,
Kendine farz bilmezse, olmaz verâ sâhibi.
Bu on şey şunlardır ki, bir mü’min, hiçbir zaman,
Kimseyi “Gıybet” etmez ve hiç yapmaz “Sû-i zan.”
Kimseyi kötü bilmez, “Alay” etmez o zinhâr.
Yabancı kadınlara kızlara etmez nazar.
“Sâdık”tır, doğru söyler, hiç beğenmez kendini.
Fikreder hep Rabbinin türlü nîmetlerini.
Malını, “Helâl yere” harcayıp, etmez isrâf.
Haram olan bir yere, bir kuruş eylemez sarf.
Keyf için, mevkî makam etmeyip aslâ talep,
Buraları, “İslâma hizmet yeri” bilir hep.
Beş vakit namâzını, vaktinde edâ eder.
Ve bunu, en birinci bir vazîfe addeder.
“Ehli sünnet” denilen islâm âlimlerinin,
Kitaplarını alıp, onları okur ilkin,
Îmânı, ibâdeti öğrenip ince ince,
Başlar amel etmeye, hep bunlar mûcibince.)
Yâ Rab, bize verdiğin nûrunu ziyâde et.
Sen her şeye kâdirsin, ne olur bizi affet.
Oğlum, kim günâhına tövbe ederse eğer,
Sonra, "Verâ" ve "Takvâ" olur ise müyesser,
Ele geçirmiş olur, büyük nîmet ve devlet.
Zîrâ en kıymetli iş, indallah budur elbet.
Bu ele geçmez ise, bir kısım günâhlara,
"Verâ" edebilmek de, bir nîmettir onlara.
Haramların hepsine, verâ olmasa dahî,
Bâzısından kaçmak da, bir nîmettir tabii.
Zîrâ bu bâzıların nûrları, ileride,
Belki diğerlerine tam sirâyet eder de,
Günâhların hepsine, tam verâ’ya yol açar.
Böylece her günâhtan nefret eder ve kaçar.
Zîrâ "Bir şeyin hepsi, ele geçmez ise de,
Yine kaçırmamalı elinden hepsini de."
Yâ Rabbî, beğendiğin iyi, güzel, münâsib,
Amelleri yapmayı, sen bize eyle nasîb.
İmam-ı Rabbani ki, çok büyük bir velidir.
Onun feyiz ve nuru, dünyayı etti tenvir.
Kendi kardeşlerine, mektubunda yazdı ki:
Yanlış yapıyorsunuz kardeşim ne yazık ki.
Öyle bereketli ki buradaki sohbetler,
Bütün dünya gezilse, yine zor ele geçer.
Zira bir çok insanlar, demeyip uzak yakın,
Bu fakirin yanına gelirler akın akın.
Dünya kazançlarını, atarak bir kenara,
Feyze kavuşmak için koşarlar buralara.
Siz ise, kardeşliğin, bilmeyip kıymetini,
Elden kaçırırsınız bu sohbet nimetini.
Dünyanın alçaklığı, belli iken, siz yine,
Dalmak istiyorsunuz dünya nimetlerine.
Halbuki Resulullah, şöyle buyurmaktadır:
(Elbette haya etmek, imandan bir parçadır.)
Kıymetli cevherleri, çocuk gibi şimdi siz,
Cam parçaları ile, cevizle değiştiniz.
Tatlı, yağlı yemekler, süslü, şık elbiseler,
Doğruyu görmenize size hep perdedirler.
Bunlara düşkünlüğün sonu, pişman olmaktır.
Ve her iki cihanda, zarara uğramaktır.
Eşin dostun gönlünü yapmak için, bir kimse,
Kendini, sonsuz olan azaba atar ise,
Akıllı olmadığı anlaşılır malesef,
Zira akıllı insan, kendini etmez telef.
Ey kardeşim bu dünya, vefasız ve fanidir.
Ve böyle olduğuna, her müslüman kanidir.
Dilde dolaşmaktadır onun vefasızlığı.
Aklı olan, ölüme yapar hep hazırlığı.
Yine siz bilirsiniz, bizden, bir işarettir.
Habercinin görevi, yalnız haber vermektir.)
Yine bir başkasına buyurdu: (Ey oğlumuz!
İki temel üstüne kurulmuştur yolumuz.
Birincisi, islamın her emrine uymaktır.
Bir müstehabı bile, elden kaçırmamaktır.
İkincisi, islamı öğreten rehberini,
Sevip, can-ü gönülden yapmaktır her emrini.
İslama tam riayet ve üstada muhabbet.
Bu iki temel esas var ise kimde şayet,
Ele geçmiş demektir ebedi rahat, huzur.
Birisi gevşek olsa, buna zor kavuşulur.
Bu güne kadar olan kabahatler için de,
Allah’a yalvarınız, göz yaşları içinde.
Ağlayıp sızlayarak, Ona yalvarırsanız,
İnşallah affedilir, bütün kusurlarınız.
Ey kardeşim, kalplerin bu manevi illeti,
Yapmayı güçleştirir dini, islamiyet’i.
Nasıl beden hastayken, zor gelirse ibadet,
Kalbin hastalığı da, güçleştirir begayet.
Nitekim buyurdu ki Kur'anda cenab-ı Hak:
(Sadece müminlere zor gelmez namaz kılmak.)
Yoksa, islamiyet’in her emri de kolaydır.
Eğer zor geliyorsa, kalpte hastalık vardır.
"İmâm-ı Rabbânî"nin, "Mektûbât" kitâbında,
Şöyle buyuruluyor bir nasîhatlarında:
(Hak teâlâ bizleri, o büyük Peygamberin,
Nûrlu olan yolunda bulundursun hep, âmîn!
Kurtarıp bu dünyâ'nın çerçöplerinden bizi,
Büsbütün kendisine bağlasın kalbimizi.
Ne kıymeti vardır ki paranın, malın acep,
İnsan, onun peşinde ömrünü harcasın hep.
"Ey insan, evin tarlan zindan olmuş baksana.
Ardında koştukların, düşman olmuş hep sana."
Oğlum, ne güne kadar sürecek daha gaflet?
"Ölüm" uyandırmadan uyanmalıdır elbet.
Ölmeden, âhiret'e yarar iş yapmalı ki,
İnsan, böyle kurtulur azaptan tabii ki.
Ey oğlum, âhiret'e yarar iş de, bir tektir.
O da, "Resûlullahın yolunda yürümek"tir.
Her şeyden daha önce, mü'mine lâzım olan,
Edinmektir dosdoğru bir "îtikad" ve "îmân".
İşlerde ve sözlerde, hattâ her harekette,
Emir ve yasaklara uymalıdır elbette.
Bu emirlere uymak, necâta olur sebep.
Yâni tatbik edene, iyilik getirir hep.
Bunlardan ayrılmaksa, elbette çok kötüdür.
İnsanı utandırıp, felâkete götürür.)
Yine bir mektûbunda buyurdu ki: (Evlâdım!
Ebedî seâdetler versin sana Allahım.
Bizlere doğru yolu ihsân etti Rabbimiz.
O göstermese idi, bulamazdık onu biz.
Allahın biz kullara gönderdiği Resûl'e,
İnandık, îmân ettik, bin canla, bin gönülle.
Zîrâ Ona uymakla, umulur sonsuz necât.
Ona uymıyanların, sonu olur fecâat.
Kul, "Bin sene" yaşasa ve etse ibâdetler,
Ve nefsine çektirse, çok sıkı riyâzetler,
Eğer Resûlullaha olmadı ise tâbi,
Bunların, "Arpa kadar" kıymeti olmaz tabii.
"Su" gibi görünürse nasıl ki çölde "Serap",
O ibâdetlerden de, alınmaz hiç bir sevap.
Lâkin Ona uyarak, yapılsa az bir amel,
O bin yıllık tâatten, olur üstün ve güzel.
Hattâ bir iş olmıyan "Uyku" bile meselâ,
Ona tâbi olunca, olur güzel ve âlâ.
"Kaylûle etmek", yâni, gün ortasında biraz,
Uyumak, o Resûl'ün âdetiydi kış ve yaz.
Ona tâbi olmayı düşünerek bir kimse,
Eğer gün ortasında, bir miktar uyur ise,
Bu "uyku"dan, o kadar görür ki çok menfaat,
O bin yıllık tâatten üstün olur kat be kat.
Çünkü bu, Ona tâbi olarak uyumuştur.
O ise, Ona değil, kendisine uymuştur.
Evliyâ-yı kirâmdan olan bu mübârek zât,
"Mektûbât" kitâbında şöyle etti nasîhat:
(Biliniz ki, ebedî seâdete kavuşmak,
Bir mürşide, mânevî bağ ile olur ancak.
Bu da, onun hakîkî bir mürşid olduğunu,
Bilip ve inanarak, sevmekle olur onu.
Allahın sevgisini kazanabilmek için,
Çalışan müslümâna, denilir “Sâlih” mü’min.
Ve eğer kazanmışsa bir kimse bu sevgiyi,
“Velî”, yâhut “Evliyâ” denilir buna dahî.
Başka insanların da kazanmasına eğer,
Çalışırsa, ona da denir “Mürşit” ve “Rehber”.
Kimin mânevî bağı, çok olursa rehbere,
Kavuşur daha fazla feyiz, bereketlere.
O Resûl'ün mübârek kalbinden çıkan "Nûr"lar,
Aynen bu rehberlerin kalbinden yayılırlar.
Sanki bir “Ayna” gibi, evliyânın kalpleri,
Yansıtır, aksettirir aynen o feyizleri.
Eğer rehberi görür, sesini işitirse,
O da teveccüh edip, feyz vermek ister ise,
Onun istîdâtı ve kâbiliyyeti kadar,
O rehberin kalbinden, kalbine feyiz akar.
İnsanda mevcut olan istîdât, kâbiliyyet,
"İslâma uymak" ile daha çok artar elbet.
Eğer islâmiyyete uymaz ise bir kimse,
O, aslâ kavuşamaz bereket ve feyize.
Mânevî râbıtası bozuksa bir kişinin,
O dahî kavuşamaz feyzine bir mürşidin.
Mânevî râbıtadan, şudur ki asıl maksat,
O mürşidi "sevmek" ve eylemektir "itâat".
Senelerce çekse de riyâzet, mücâhede,
Yine de bir rehberden edemez istifâde.
Yâni bir evliyâdan feyizyâb olmak için,
Onda, feyz olduğuna inanmak lâzım ilkin.
İnanır, onu sever, sözünü dinler ise,
Kavuşur o nisbette bereket ve feyize.)
Başka bir mektûbunda buyuruyor ki bu zât:
(Yavrum, bu gençlik çağı bulunmaz büyük fırsat.
En kıymetli zamanı "gençlik"tir bu hayâtın.
Çünkü hep yerindedir güç, kuvvet ve sıhhatın.
Bu zaman da geçiyor ve azalıyor artık.
Erzel-i ömür olan, geliyor "ihtiyarlık".
Yazık ki, gençliğini boşuna harcıyorsun.
En lüzumlu işini, sona bırakıyorsun.
Allahü teâlânın rızâsını kazanmak,
En şerefli iştir ki, lâzımdır ona bakmak.
Çünkü tek gâye ile yaratıldı ins ve cin.
O da, rızâullahı kazanmaları için.
Geriye atıyorsun sen bu mühim işini.
Ve hebâ ediyorsun yazık ki gençliğini.
En iyi zamanını, en kötü, düşman olan,
Nefsinin ardı sıra geçirmektesin her an.
Halbuki Resûlullah şöyle buyuruyorlar:
“Yarın yaparım diyen, aldandı, etti zarar.”
"Mektûbât" kitâbında buyuruyor ki bu zât:
Günâhlardan çok sakın, nefsine verme fırsat.
Her hâlinde tâbi ol, tam uy islâmiyyete.
"Ehli sünnet"e sarıl, kapılma bir bid’ate.
Sıkıntıda, Allahtan ümîdini kesme hiç.
Her bir darlıktan sonra, vardır rahat ve sevinç.
Sıkıntılı anda da, ferahlık vaktinde de,
Her hangi değişiklik olmasın ahvâlinde.
Yâni "Varlık" ve "Yokluk" olsa da sende bilfarz,
Bu, hiç değiştirmesin hâlini hem de pek az.
Hattâ yokluk olunca, artsın neş'en, sevincin.
Varlıkta da, bil'akis sıkılsın biraz için.
Âlimlerden birine soruldu bir gün bu iş.
Denildi: (Nasıl olur bir fakir, yâni derviş?)
Buyurdu: (Neş'elidir fakirlik anlarında.
Ve lâkin muzdariptir, varlıklı zamanında.
Rahatlıkta ararlar onlar sıkıntıları,
Hâdiseler değişse, değişmez hiç huyları.
Kendi kusurlarını düşünür ve ağlarlar.
Gayrinin kusûrunu görmezler ama zinhâr.
Sırf kendi kusûrunu görür onlar büsbütün.
Herkesi, kendisinden görürler daha üstün.)
Hattâ "Sırrî Sekatî" adında bir evliyâ,
Buyurdu: (Ben kimseden değilim iyi, âlâ.)
Bunu duyan kimseler, dediler ki: (Peki siz,
Şu fâsıklardan da mı, hiç üstün değilsiniz?)
Buna, Sırrî Sekatî buyurdular ki: (Evet.
Kendimi, onlardan da üstün görmem ben elbet.)
Her mü’mini görünce, demelidir ki: (Benim,
Bunun duâsındadır belki de seâdetim.)
Kimsenin gıybetini aslâ yapmamalıdır.
Hattâ yapan olursa, hemen susturmalıdır.
Emr-i mâruf, nasîhat yapmalıdır çok kere.
Mal yardımı yapmalı, böyle mücâhidlere.
Günâh işlemekten de, kaçmalıdır her saat.
Farzları edâ edip, yapmalı çok hasenât.
Dediler: (Hak teâlâ, bir kuldan râzı mıdır?
Bunu anlamak için, bir alâmet var mıdır?)
Buyurdu ki: (Zevk alır o kişi ibâdetten.
Nefret edip kaçınır, günâh ve mâsiyetten.)
Hadîste buyuruldu: (Tam hakîkî mü’minler,
İbâdetten zevk alır, günâhtan nefret eder.)
Fakirlik zamanında, üzülmez bir müslümân.
Bilir ki, Hak teâlâ servet de eder ihsân.
Dediler ki: (Efendim, hakîkî servet nedir?)
Buyurdu: (Âhiret'te, sonsuz rahat etmektir.)
Müslümân, bu dünyâ'da sıkıntı çekerse hep,
Âhiret rahatına olurlar bunlar sebep.
Lâkin bir şart ile ki, sabretmek îcâb eder.
Şikâyet eder ise, o servet elden gider.
Hadîste buyuruldu: (Çocukları çok olan,
Ve tâdil-i erkânla namâzlarını kılan,
Kimsenin gıybetini hiç yapmıyan mü’minler,
Kıyâmette, benimle haşr olurlar berâber.)
Evliyâ-yı kirâmdan olan bu mübârek zât,
Bir gence mektûbunda şöyle etti nasîhat:
(Ehli sünnet âlimi arayıp bulmalıdır.
Onların kitâbını bulup okumalıdır.
Geçen her gün, her saat zîrâ kıymetlidir pek.
Bu dünyâ hayâtına, bir daha yoktur gelmek.
Ve en büyük nîmeti, "Sohbet"tir dünyâ'nın da.
Yâni o büyüklerin bulunmaktır yanında.
Edeb ile oturup, mübârek sözlerinden,
İstifâde etmektir, hattâ nefeslerinden.
Meşhur "Üveys-i Karnî", Resûl'ü, pek ziyâde,
Sevip, ibâdeti de pek çok olduğu halde,
Kavuştuğu derece, sahâbe-i güzînden,
Aşağılarda kaldı, Onu görmediğinden.
“Sohbet”, bir an da olsa, berâber bulunmaktır.
Hiç konuşulmasa da, bir arada olmaktır.
Akıllı bir müslümân, geçmiş evliyâlardan,
Her hangi birisini okuyup kitaplardan,
O "Velî"yi düşünür, onu çok sever ise,
Kalbini, o velînin kalbine çevirirse,
Ona olan sevgisi ve hüsnü zannı kadar,
O "Velî"nin kalbinden, kalbine feyiz akar.
Edebilmek için de onlardan istifâde,
Edebli olmalıdır onlara pek ziyâde.
Yüksek derecelere kavuşabilmek için,
Sohbetine kavuşmak lâzımdır bir "mürşid"in.
Bu kısacık hayatta, bir büyüğe kavuşmak,
Çok şanslı olanlara müyesser olur ancak.
Dünyâ nîmetlerinin, en şerefli olanı,
Bulmak ve çok sevmektir bir “Allah adamı”nı.)
Yine o buyurdu ki: (Ömür, büyük nîmettir.
Önce yapacağın iş, "Dînini öğrenmek"tir.
Yalnız din öğrenirken, dikkatli olmak gerek.
Felâkete sürükler câhilden din öğrenmek.
Nasıl hasta bir kimse, mütehassıs tabîbi,
Ararsa, bu "Din" işi daha mühim tabii.
Câhil tabîbe giden, şifâ bulmaz ve ölür.
Câhil din adamıysa, felâkete götürür.
Gerçek din adamını, sahtesinden ayıran,
"İslâma yapışmak"tır her hâliyle ve her an.
Yakalanmamak için Cehennem azâbına,
Hiç yaklaşmamalıdır câhil din adamına.
Böyle câhil birinin kitâbını okuyan,
Dîni, doğru olarak öğrenemez ki ondan.
“Allah adamları”nın, Allah rızâsı için,
Yazdığı kitapları okumalıdır ilkin.
Çünkü onlar, islâmı nakleder doğru ve tam.
Kendi kafalarından eklemezler bir kelâm.
Bu din "Nakil" dînidir, değildir "Akıl" dîni.
Söylemek doğru olmaz aklına geldiğini.
Bu doğru kitapları, bozuk olanlarından,
Ayırabilmek ise, en büyük nîmet, ihsân.
Buna kavuşanlara olsun ki çok müjdeler,
Bu devlet, her insana çünkü olmaz müyesser.)
Evliyâ-yı kirâmdan, büyük âlim, velî zât.
"Mektûbât" kitâbında eyledi çok nasîhat.
Bir yerde buyurdu ki: (Îtikad ve ameli,
Bozuk kimseler ile, aslâ görüşmemeli.
Bid’at sâhibiyle de, olma ki hem arkadaş,
Seni de, felâkete sürükler yavaş yavaş.
Kendisini “Şeyh” diye tanıtırsa bir kimse,
Lâkin hareketleri, dîne uygun değilse,
Hiç ona yakın olma, yakınsan ayrıl hemen.
Hattâ kaç o kimsenin bulunduğu beldeden.
Zîrâ o, çok sinsi bir "Hırsız"dır, ondan çekin.
Dînini, îmânını çalar o zîrâ senin.
O kişi gösterse de hârika ve kerâmet,
Şeytanın tuzağına düşürür seni elbet.
Böyle sahtekârlarla olma sakın arkadaş.
"Arslandan kaçar" gibi, yanlarından uzaklaş.)
Cüneyd-i Bağdâdî de buyurur ki şöylece:
(Tasavvufçu geçinen insanlar vardır nice.
Bunlar içerisinde, yalnız Resûl'e uyan,
Doğru olup, gerisi söylerler hîle, yalan.
Kim ki, islâmiyyete uymuyorsa ihlâsla,
Onu, "Allah adamı" zannetmeyin siz aslâ.
"Zâhid" gibi görünüp, “Âlim” de olsa nâmı,
İslâma uymadıkça olmaz "Allah adamı".
Dîne uymıyanların her sözleri "Zehir"dir.
Bu gibi kimseleri, hemen terketmelidir.
"Tasavvuf"un yegâne maksadı şu ki hattâ,
Bir kolaylık duymaktır emirlere uymakta.
Doğruyla yalancıyı ayıran bir fark vardır.
O da, Resûlullaha her hâliyle uymaktır.
Ona uygun olmıyan her bir hareketin de,
Hiçbir değeri yoktur, Hak teâlâ indinde.)
"Abdullah Dehlevî" de buyurur ki nihâyet:
(Çok açlık çekenlerde, hâsıl olur kerâmet.
Lâkin islâmiyyete uymadıkça tamâmen,
Bunlar, Allah adamı olamazlar kat'iyyen.)
"Abdullah bin Mübârek" adlı bir velî zât da,
Şöyle buyurmaktadır birine nasîhatta:
(Bir kimse, uymaz ise dînin edeblerine,
Mahrum kalır uymaktan "Resûl'ün sünneti"ne.
Sünnete uymakta da gevşekse bir müslümân,
"Farzlar"a tam uymaktan mahrum kalır o zaman.
Farz ve haramlarda da, gevşeklik olursa az,
Böyle olan bir kimse, aslâ "Velî" olamaz.)
Ebû Saîd Ebül Hayr hazretlerine ise,
Dediler: (Su üstünde yürüyor falan kimse.)
Buyurdu ki: (Bu şeyler, hiç kıymetli değildir.
Zîrâ çöp ve saman da, sularda yüzebilir.)
Dediler ki: (Filân zât, uçuyor havalarda.)
Buyurdu ki: (Uçuyor sinek ve kargalar da.)
Dediler ki: (Efendim, bir kimse var ki yine,
Bir anda, bir şehirden gidiyor diğerine.)
Buyurdu ki: (Şeytan da yapıyor bu işleri.
Bunların, Hak indinde yoktur bir değerleri.
Mert olan, herkes gibi yaşar insanlar ile.
Lâkin Hak teâlâyı unutmaz bir an bile.)
Evliyâ-yı kirâmdan, çok büyük bir kimsedir.
Nasîhati, kalplere ederdi hemen tesir.
Bir gün de buyurdu ki: (İnsana, "dert" ve "belâ",
Gelirse, bilmeli ki gönderdi Hak teâlâ.
Belâyı O gönderir, belâdan O kurtarır.
Ve lâkin her birinin belli bir vakti vardır.
Aslâ mümkün değildir bu vakti değiştirmek.
Ve aslâ fayda etmez Ondan şikâyet etmek.
Lâkin Hak teâlâya, kim etse duâ, niyâz,
Rabbin merhametiyle, o dertten olur halâs.
Asıl "Duâ etmemek", kul için büyük belâ.
Zîrâ duâ edeni, seviyor Hak teâlâ.
Gelirse bu duâya sebep olan belâ, dert,
Onları belâ değil, bilmeli büyük "Nîmet".
Dünyâ'nın görünüşü, tatlı ve lezzetlidir.
Halbuki hakîkatte, "Öldürücü zehir"dir.
Bir daha iflâh etmez tuzağına düşenler.
Leş olur bu dünyâ'nın zehiriyle ölenler.
Ona, ancak deliler, ahmaklar gönül verir.
Zîrâ böyle olanlar, sâdece yerler zehir.
Şeker kaplı bir "Zehir", yaldızlanmış "Necâset",
Gibi olan dünyâ'ya, edilir mi muhabbet?
Aklı olan, aldanmaz sahte güzelliğine.
Ve bağlamaz gönlünü, zararlı zevklerine.
Bilâkis bu hayatta, Rabbinin rızâsını,
Almak için geçirir, her fırsat ve ânını.
Hangi iş, âhiret'te işe yarıyacaksa,
Sâdece o işleri îfâ eder bilhassa.
Kulluk vazîfesini, yerine getirir tam.
Emirlere sarılır, işlemez günâh, haram.
"Dünyâ", Hak teâlânın men ve yasak ettiği,
Zararlı şeylerdir ki, bilmeli bunu iyi.
Kimler ki, haramlardan sakınırlarsa eğer,
Dünyâ'ya aldanmamış sayılır o kimseler.
Allah, yasak etmedi hiçbir zevk ve lezzeti.
Zararlı kullanmayı sâdece yasak etti.
Yâni azgın ve taşkın kullanmak oldu yasak.
Câizdir fâideli ve edebli kullanmak.)
Bir gün de buyurdu ki: (Görünen, görünmiyen,
Her nîmet, gelmektedir Allahın kereminden.
Bu dünyâ'ya gelmekten, maksat ve gâye dahî,
Mutlak elde etmektir "rızâ-i ilâhî"yi.
Allahü teâlâya âit olan mârifet,
İnsana, iki yoldan vâsıl olur nihâyet.
Birisi, "ilim" ile yâni "akıl" iledir.
Bunu bildirenler de, "İslâm âlimleri"dir.
İkinci mârifetse, "Kalp"lerde olur hâsıl.
Bu da, "Evliyâlar"dan ehline olur vâsıl.
Evliyânın kalbinden, bu nûr ve feyzi alan,
"Ârif" olup, nefsi de sonunda eder îmân.
İşte "Hakîkî îmân" denir ki buna esas,
Böyle olan bir îmân, devamlıdır, yok olmaz.
Resûlullah buyurdu: "Yâ Rabbî, ihsânından,
Bir îmân istiyorum, sonu küfür olmıyan."
"Mâsum-i Fârûkî" ki, çok büyük velî bir zât.
"Mektûbât" kitâbında şöyle etti nasîhat:
(Eğer iki nîmete kavuşursa bir kimse,
Üzülmesin, hal ve zevk onda mevcud değilse.
Yâni hiç olmasa da, bir mânevî zevk ve hal,
O iki nîmet varsa, üzülmeye yok mahal.
Biri, islâmiyyete tam bir "tâbiiyyet"tir.
Öbürü de, üstâda, "sevgi ve muhabbet"tir.
Eğer bir müslümânda, bu ikisi var ise,
O, kavuşur her türlü "bereket" ve "feyiz"e.
Eğer bu ikisinden, olursa biri noksan,
Felâket olabilir âkıbeti o zaman.
İlim, amel, kerâmet, çok olsa dahî bilfarz,
Onu, felâketlerden yine de kurtaramaz.
Bu iki nîmetin de, elden çıkmasına hep,
“Kötü arkadaş”larla bulunmaktır tek sebep.
Dinsiz veyâ mezhebsiz kimseler ile olmak,
Ve yâhut da onların kitâbını okumak,
Hattâ bütün zararlı neşir vâsıtaları,
"Kötü arkadaş"tır ki, saptırır insanları.
Bu bozuk neşriyâttan hep uzaklaşmalıdır.
"Arslandan kaçar" gibi onlardan kaçmalıdır.
Hakîkî âlimlerin kitâbını okuyan,
Kurtulur âhiret'te Cehennem azâbından.
Kazâ kader bilgisi, çok nâziktir ve ince.
Yâni anlaşılması müşkil ve güçtür nice.
Bunların üzerinde münâkaşa, konuşmak,
Hadîsi şerîflerle edildi men ve yasak.
Bize düşen, evvelâ Allahü teâlânın,
Emir ve yasağını öğrenmektir bi hakkın.
Yâni islâmiyyeti öğrenerek iyice,
İhlâsla yaşamaktır bu ahkâm mûcibince.
"Kader"e inanmamız emrolundu ve lâkin,
Fazla incelemeye, yok müsâde ve izin.
Yalnız şu kadarını bilmeli ki muhakkak,
Her şeyi biliyordu ezelde cenâbı Hak.
Vakitleri gelince, yaratılmalarını,
O irâde eder ve yaratır tamâmını.
Yâni “Hâlık” ve “Mûcid”, yalnız Hak teâlâdır.
İşi, insan kesb eder, Hak teâlâ yaratır.
Bir şeyi kesb ediyor, istiyorsa bir kişi,
Allah dahî dilerse, yaratıyor o işi.
Bir işin olmasını dilemezse Rabbimiz,
Ne kadar istesek de, yapamayız onu biz.
Kul, serbest irâdeyle yaptığından bu işi,
Her yaptığı amelden, mes'ul olur her kişi.
Günâhı, istiyerek ettiğinden irtikâb,
Mes'ul olup, mahşerde yapılır ona azap.
Lâkin Hak teâlânın, sonsuzdur merhameti.
Emretmez kullarına çetin, zor ibâdeti.
Yapabilecekleri şeyleri emretmiştir.
Zararlı olanları, men ve yasak etmiştir.
Hepsi kolay işlerdir namâz, oruç, hac, zekât.
Kalbi hasta olana, zor gelir bunlar fakat.
Evliyâ-yı kirâmın en büyüklerindendir.
Tesirli sözleriyle kulları etti tenvîr.
Buyurdu ki: Bu yolda, asıl maksat ve gâye,
Er geç vâsıl olmaktır, "rızâ-i ilâhî"ye.
Kavuşturan en güçlü vâsıta da "Sohbet"tir.
Yâni bir "Velî" ile, yakın münâsebettir.
Huzûrunda, edeble oturursa bir insan,
O "Velî"nin feyzinden, olunur ona ihsân.
Lâkin bîçâre insan, dünyâ lezzetlerinin,
Bataklığında olup, esîridir "nefs"inin.
Haberi bile yoktur "rûh"un lezzetlerinden.
Kurtulması lâzımdır, o nefsinin şerrinden.
Ve lâkin olmadıkça bağlantı, münâsebet,
Allahtan gelen feyze, kavuşmak zordur elbet.
Zîrâ cenâb-ı Allah, Peygamber Efendimiz,
Vâsıtasıyla bize, gönderir "nûr" ve "feyiz".
Sonra, Habîbullahın mübârek kalplerinden,
Fışkıran nûrları ve feyzleri alabilen,
Ve aldığı nûrları, insanların kalbine,
Saçabilen bir "Velî" lâzımdır elbet yine.
Bir velî'den, feyz almak istiyen bir kişinin,
Kalbine bağlanması lâzımdır o "mürşid"in.
Yâni kendi kalbini, o "Velî"nin kalbine,
Bağlarsa, o kavuşur onun feyizlerine.
Kalpleri birbirine bağlıyan o yol, tektir.
O da, o evliyâya "Muhabbet" ve "Sevmek"tir.
Sevginin alâmeti, "Söz dinlemek"tir esas.
İtâat etmiyorsa, onu sevmiş olamaz.
Kendi aklını atıp, ona tâbi olmaktır.
İbâdette, âdette, aynen ona uymaktır.
Herhangi "Evliyâ"yı düşünürse o şâyet,
Onunla kurmuş olur, bir bağ ve münâsebet.
Sevgi ve muhabbeti arttıkça, o bu defâ,
Her yerde onu görür, baksa da ne tarafa.
Kalbinde, sırf bu gâye ve maksat olmalıdır.
Ona kavuşturucu vâsıta bulmalıdır.
Eğer teksîf ederse himmetini tek yere,
Kavuşur o sâyede feyiz bereketlere.
Çoğaldıkça kalbinin bağlandığı kimseler,
Matlûba kavuşması, kolay olmaz bu sefer.
Öyle tutulmalı ki, o bu "ilâhî aşk"a,
Hiçbir şey olmamalı kalbinde Ondan başka.
Mahlûkât sevgisinden olur ki öyle halâs,
"Bin sene" geçse bile, bir şey hatırlıyamaz.
Ve hattâ senelerce uğraşsa da o eğer,
Bir şey hatırlaması, olmaz yine müyesser.
İyilik, ihsân eden, herkesce çok sevilir.
Ve nîmet sâhipleri, iyi, üstün bilinir.
İnsanlara her türlü nîmetleri bahşeden,
Zararlardan koruyup, mal, can ve sıhhat veren,
"Allahü teâlâ"yı sevmek, ne çok lâzımdır.
Hattâ bu, herkes için insanlık îcâbıdır.
Evliyâ-yı kirâmdan büyük âlim bir zâttır.
"Mektûbât" kitâbında şöyle buyurmaktadır:
(Bilin ki, insanları yarattı cenâb-ı Hak.
Ki, Onun sevgisini kazansınlar muhakkak.
Hep nefsin arzusunun peşinden koşan bizler,
Bu gafletli hâlimiz, daha ne kadar sürer?
Ne vakit bu gafletten acep uyanacağız?
Ve ne zamana kadar gaflette kalacağız?
"Nefis" ile "Şeytan"ı sevindirmekteyiz hep.
Daha, ne vakte kadar devam eder bu acep?
Bu dünyâ lezzetleri, nefsin arzularıdır.
Onlar da hep zararlı, haram ve günâhlardır.
Rızâ-yı ilâhîye kavuşmaya tek mâni,
Bu nefsi emmârenin arzularıdır yâni.
Nefsin bu arzuları, tükenmez, bitmez aslâ.
Hepsi aleyhimize isteklerdir hülâsa.
“Maksûdun mâbudundur” ata sözü meşhurdur.
Nefsine uyan kimse, bulamaz rahat, huzûr.)
Başka bir mektûbunda buyurdu ki: (Elemler,
Takdîr-i ilâhîyle insana gelmekteler.
Hepsinden râzı olmak ve sabretmek gerektir.
Bize düşen, Allahtan âfiyet istemektir.
Bir şey beklememeli, şu âciz mahlûkâttan.
Her şeyi bilmelidir, Allahü teâlâdan.
Dertlerden, elemlerden kurtulabilmek için,
Çok istiğfâr etmesi lâzım gelir kişinin.
Rabbimizin takdîri, irâdesi olmadan,
Hiç kimse, hiç kimseye veremez zarar, ziyân.
Bunun ile berâber, sebeplere yapışmak,
Peygamberler yoludur, gerekir böyle olmak.
Yâni kul, sebeplere teşebbüs etmelidir.
Lâkin tesirlerini, Allahtan bilmelidir.
Meselâ “Ateş” yakar, “Su”, söndürür ateşi.
Yalnız Hak teâlâdır yaratan her bir işi.
Aç olan, yer ve doyar, su içip kanar insan.
Yine Hak teâlâdır bu şeyleri yaratan.
Bu gibi sebepleri kullanmayıp bir kişi,
Eğer zarar görürse, günâh olur o işi.
Âhiret işlerinde tevekkül yapmak olmaz.
Çalışmak emr olundu bunlarda bize esas.
Yâni her emredilen işleri yapmalıdır.
Allahın kereminden, ümitli olmalıdır.
Emirlere sarılıp, yasaklardan sakınmak,
"Kulluk" vazîfemizdir, yapmalıyız muhakkak.
Müslümân, az yemeli ve az uyumalıdır.
Lâkin bu, ibâdete mâni olmamalıdır.
Namâzda hâsıl olan mânevî lezzet ve tad,
Hâriçteki hallerden üstündür, hem de kat kat.
Namâzları, zevk ile kılmaya çalışınız.
Evvel vaktinde kılıp, sona bırakmayınız.
"Tâdil-i erkân"ına ederek tam riâyet,
Cemâatle kılmaya ediniz hem de gayret.
Hadîste buyuruldu: “Her namâz esnâsında,
Kalkar bütün perdeler, Rab’la kul arasında.”
Evliyâ-yı kirâmdan olan bu mübârek zât,
Birine mektup yazıp, şöyle etti nasîhat:
Ey oğlum, bu dünyâda yaratıldı ins ve cin.
Yalnız Hak teâlâya ibâdet etmek için.
Birinci vazîfemiz, "Rabbimizi sevmek"tir.
Ve emr-ü yasağına göre hayat sürmektir.
Lâkin bu muhabbetin, vardır alâmetleri.
Birincisi "Sevmek"tir Allahı sevenleri.
İkincisi, "İtâat", yâni söz dinlemektir.
Bir de, Onu dil ile, beden ile "Övmek"tir.
Kim Rabbini severse, Rabbi de onu sever.
Lütuf ve ihsânını arttırır, bolca serper.
Rabbinin sevgisini kazanmaya çalışan,
Tâlihli kimselere, denir "Sâlih müslümân".
Çalışıp kazanmışsa bir kimse bu sevgiyi,
Böyle olan mü'minler, olurlar "Ârif", "Velî".
Bunu, başkaları da kazansın gâyesiyle,
Çalışanlar da olur, "Mürşit", yâhut "Vesîle".
Mâide sûresinde, bu, beyân ediliyor.
"Vesîle arayınız!" diye buyuruluyor.
"Vesîle", insanları, Allahü teâlâya,
Kavuşturan kişidir, "Velî", yâni "Evliyâ".
Arada bulunmazsa bu yüksek evliyâlar,
Allahü teâlâya, yol bulamaz insanlar.
Onun bu iyiliği, hem dünyâ, hem âhiret,
Nîmetleri içinde, en büyüğüdür elbet.
O sebep olduğundan, bu nîmet ve ihsâna,
O büyük zâtı sevmek, çok lâzımdır insana.
"Hakîkî vesîle"ye kavuşmak, bir nîmettir.
Hattâ bu, insan için en büyük seâdettir.
Onun için, insanın birinci mühim işi,
Aramak olmalıdır böyle "Velî" bir kişi.
Bu hakîkî mürşitler, tâ kıyâmete adar,
Dünyâ'nın bir yerinde, mutlaka bulunurlar.
Onu arıyanlara, kendisini tanıtır.
Ve lâkin düşmanlardan, ahmaklardan saklanır.
Âdî, alçak kimseler, sahte olan şeyhleri,
Çıkarıp yanıltırlar, bir kısım kimseleri.
Bu kişiler, yalan ve hîleli kerâmetle,
Câhil müslümânları aldatırlar gâyetle.
"Şeyh" geçinir ise de, îmânı yoktur fakat.
Dîni istismâr edip, sağlarlar çok menfaat.
En büyük felâket de, saf bir müslümân için,
Tuzağına düşmektir böyle hâin kişinin.
Yoktur islâmiyyetten bilgi ve haberleri.
Dünyâlık toplamaktır yegâne gâyeleri.
Sözleri küfür yayar, her haramı işlerler.
Câhil müslümânları, avlayıp geçinirler.
"Münâfık" denilir ki, bu gibilere hem de,
Esfel-i sâfilîne giderler Cehennemde.
Öyle acı azâba yakalanır ki bunlar,
Hattâ kâfirlerden de, çok azap olunurlar.
Bir gün, bir köylü gelip Allah'ın Habibine,
Dedi ki: (Bir delilin var mı nübüvvetine?
Allah'ın hak Resulü olduğunu gösteren,
Bir mucize göster ki, inanayım sana ben.)
Peygamber Efendimiz, o köylüye dönerek,
İlerdeki büyük bir ağacı göstererek,
Buyurdu: (Git öyleyse, şu ağacın yanına.
Seni Peygamberimiz çağırıyor de ona.)
Köylü, merak içinde ağaca ilerledi.
(Allah'ın Peygamberi seni istiyor) dedi.
O anda koca ağaç, toprağı yara yara,
Geldi Resulullah'ın huzuruna o ara.
Sonra dile gelerek, dedi: (Ya Resulallah!
Sen, cümle mahlukların Peygamberisin Vallah.)
Köylü, şaşkın bir halde dedi ki: (Ettim hayret.
Bir daha emir versen, eder mi geri avdet?)
Resulullah, ağaca buyurdu: (Git yerine!)
Ağaç geri giderek, yerine girdi yine.
Köylü bunu da görüp, fazlalaştı hayreti.
Resulullah'a karşı çoğaldı muhabbeti.
Şehadeti söyleyip, girdi islam dinine.
Dedi ki: (Tam inandım senin nübüvvetine.
Eğer izin verirsen, sana secde edeyim.
Mübarek ayağına, eğilip yüz süreyim.)
Buyurdu ki: (Ey köylü, hayır secde etme, dur!
Zira secde, yalnızca Rabbimize mahsustur.)
Hazret-i Ömer dahi, Resulün huzuruna,
Gelerek, bir hususu arz etti bir gün Ona.
Dedi: (Ya Resulallah, yeminle söylüyorum.
Nefsim hariç, herşeyden seni çok seviyorum.)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Ya Ömer, ümmetimden eğer ki bir müslüman,
Beni, kendi canından sevmezse daha fazla,
O kimsenin imanı mükemmel olmaz asla.
Yani beni, kendinden, seviyorsa daha az,
Bil ki onun imanı, asla kâmil olamaz.)
O zaman Ömer Faruk, dedi: (Ya Resulallah!
Seni, kendi canımdan fazla severim Vallah.)
Onun bu beyanını beğenerek o Server,
Cevaben buyurdu ki: (Şimdi oldu ya Ömer.)
Bir gün de, biri gelip sordu Resulullah'a:
(Kıyamete ne kadar zamanımız var daha?)
Peygamber efendimiz, ona sual etti ki:
(Kıyamet günü için ne hazır ettin peki?)
Dedi: (Ya Resulallah, fazla bir taat ile,
Hiç hazırlanamadım nafile ibadetle.
Ama Resulullah'a pek çoktur muhabbetim.
Kıyamet günü için, hazırlığım bu benim.)
Resulullah buyurdu: (Öyleyse ahirette,
Sevdiğin kimse ile bulunursun elbette.)
Peygamber-i zişanın bedenleri, hilkaten,
Çiçekten daha güzel kokardı hakikaten.
Elini tutsa idi mesela birisinin,
Eli, güzel kokardı o gün hep o kişinin.
Enes ibni Malik’in hanesinde, o Server,
Bir gün biraz uyuyup, bir miktar terlediler.
Enes hazretlerinin annesi, o terlerden,
Alarak, bir şişeye koyuyordu ki hemen,
Peygamber Efendimiz, uyanıp gördü onu.
Sordu, bu yaptığına sebep ne olduğunu.
O şöyle arz etti ki: (Biz bunları alırız.
Sonra, esans olarak günlerce kullanırız.)
Peygamber-i zişan'ın üstün hasletlerinden,
Birisi de, çok cömert olmasıydı esasen.
Bir zaman Medine'ye, bir gayr-i müslim geldi.
Resul-i kibriyadan bir miktar mal istedi.
Ona, öyle çok koyun vermişti ki o Server,
İki dağ arasını doldurdu o sürüler.
Onun bu fevkalade ihsanını görünce,
İman edip, kavmine geri geldi hemence.
Ve şöyle söyledi ki: (Siz de hemen gidiniz.
O ihsan sahibine siz de iman ediniz.
Zira ben, hayatımda böyle ihsan sahibi,
Görmedim hiç bir yerde bir cömert o zat gibi.)
Yine doksan bin dirhem kıymetinde çok altın,
Getirdiler önüne bir gün Resulullah'ın.
Allah'ın Sevgilisi, ayağa kalkıp hemen.
Taksim etti Eshaba onları bekletmeden.
Bitirinceye kadar verdi her isteyene.
Az sonra biri gelip, istedi o da yine.
Lakin hiç kalmamıştı bir şey ona verecek.
Ona, şöyle buyurdu ayrıca üzülerek:
(Her neye ihtiyacın var ise ey kardeşim!
Git namıma satın al, ben sonradan öderim.)
Sahabeden birisi, buna şahit olunca,
Şaşırıp, huzuruna gidiverdi doğruca.
Dedi: (Ya Resulallah, gücünün yetmediği,
Şey ile, Allah seni yükümlü eylemedi.)
Fakat pek hoş gelmedi bu söz Resulullah'a.
O esnada Eshaptan söz aldı biri daha.
Dedi: (Ya Resulallah, sen yine ihsan eyle.
Korkma, Allah'ın mülkü azalmaz vermek ile.)
O zaman neşelenip, buyurdu ki: (Ben zaten,
Böyle ihsan etmekle emrolundum esasen.)
Enes bin Malik der ki: (Peygamber-i ins ve cin,
Hiç bir şey saklamazdı bugünden yarın için.
Her ne zaman eline geçseydi bir şey eğer,
Anında Eshabına dağıtırdı her sefer.)
Peygamber Efendimiz, hüzünlüydü sürekli.
Olurdu ekseriya mahzun ve düşünceli.
Ümmetinin derdini, dert etmişti kendine.
Ortaktı ümmetinin sevinç ve kederine.
Sık sık buyururdu ki: (Varsa bir derdi olan,
Özellikle, derdini bana duyuramayan,
Varsa, bildiriniz ki onları halledeyim.
Önemli vazifemdir bu işler çünkü benim.)
Peygamber Efendimiz, çok şefkatliydi yine,
Kimsenin ayıbını, hiç vurmazdı yüzüne.
Çok zaman, Eshabının arasında olurdu.
Davetlerine gider, birlikte otururdu.
Onların güldüğüne, gülüyordu kendi de.
Hayret ettiklerine, şaşardı kendisi de.
Sık sık buyururdu ki: (İhtiyaçlı birini,
Görürseniz, halledin hemen onun derdini.)
Bir hadis-i şerifte buyurdu ki nitekim:
Şüphesiz benim size, pek çoktur merhametim.
Ve bana Hak teâlâ buyurdu: (Ya Muhammed!
Bir muradın var ise, onu, benden talep et.)
Dedim ki: (Ya ilahi, ben neyi isteyeyim?
İbrahim'i dost yaptın, Musa'yı ise kelim.
Verdin Süleyman'a da, bir nice servet, sâmân.
Kimseye vermediğin bir mülkü ettin ihsan.)
O zaman Hak teâlâ buyurdu: (Ey Habibim!
Bunlardan üstün olan Kevser’i sana verdim.
Arş’ın üzerinde ve Cennet kapılarında,
Yazdım senin ismini, benimkinin yanında.
Ayrıca, yeryüzünün her tarafını yine,
Temiz ve mescit kıldım, sana ve ümmetine.
Senin, gelmiş gelecek, sildim her kusurunu.
Senden başka kimseye, yapmadım asla bunu.)
Ve yine buyurdu ki Peygamber Efendimiz:
(Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm şüphesiz.
Cümle Peygamberlerin en sonuncusu benim.
İsa'nın müjdelemiş olduğu Peygamberim.)
Bir gün de buyurdu ki: (Ben, henüz küçük idim.
Emzirilmek üzere, bir köye gönderildim.
Bir gün süt kardeşimle, koyun otlatır iken,
Beyaz giymiş üç kişi, yanıma indi gökten.
Beni, hemen sırt üstü yatırdılar o yere.
Ve kalbimi çıkarıp, ettiler iki pare.
İçinden siyah bir şey çıkardılar, attılar.
Kar gibi bir şey ile kalbimi yıkadılar.
Bir tanesi, göğsümü mühürleyince hemen.
İman ve hikmet ile doldu kalbim tamamen.
Biri dahi, göğsümü meshedince eliyle,
Yardıkları o yerden, kalmadı bir iz bile.)
Şöyle nakledilir ki: Vaktiyle bir müslüman,
Geldi Hasan Basri’nin huzuruna bir zaman.
Dedi: (Bir kızım vardı, vefat etti bu ayda.
Dua edin, göreyim kendisini rüyada.)
İmam (Peki) diyerek, dua etti hemence.
O müslüman, kızını rüyada gördü gece.
Ve lakin üzüntüsü daha ziyadeleşti.
Zira kızının yeri, Cehennem ve ateşti.
Azap içerisinde görünce onu böyle,
Sabahleyin, İmam'a gitti bu üzüntüyle.
Dedi ki: (Ey efendim, kızımı gördüm, fakat,
Ateş içinde idi, üzüntüm arttı kat kat.)
Ona, Hasan-ı Basri buyurdu ki o zaman:
(Hiç üzülme, inşallah kurtulacak azaptan.)
Ertesi gün, o kimse kızını gördü yine.
Azab edilmiyordu bu sefer kendisine.
Cennet nimetlerinde görünce hatta onu,
Sordu, kurtuluşuna ne sebep olduğunu.
Kız dedi: (Babacığım, bu kabristandakiler,
Çoğu da benim gibi, azap içindeydiler.
Dün, uğradı buraya lakin bir evliya zat.
Durup, Resulullah'a okudu bir salevat.
Ve bunun sevabını, bütün bu kabristanda,
Bulunan mevtalara bağışladı o anda.
İşte, o salevatın hürmetine, Rabbimiz,
Affetti hepimizi, şimdi hep Cennetteyiz.)
Yine Resul-i ekrem buyurdu ki: (Bir kimse,
Her ne zaman bana bir salevat getirirse,
Hak teâlâ, bir melek halk edip ondan hemen,
Sonra şöyle buyurur o meleğe hitaben:
Bu kulum, şimdi bana okudu bir salevat.
Sen dahi bu kuluma dua eyle her saat.)
Rabbimizin bu emri üzerine, o melek,
Dua eder o kula, kıyamet gününe dek.)
Yine Peygamberimiz, buyurdu ki Eshaba:
(Bir kısım müslümanlar çekilirler hesaba.
Sonunda, sevapları Mizan’da ağır gelir.
Sonra bu kimselere, (Cennete girin!) denir.
Onlar, Cennete doğru yola düşerlerse de,
Şaşırırlar Cennetin yolunu az ilerde.)
Eshap sual etti ki: (Ya Resulallah, bunlar,
Kimlerdir ki, Cennetin yolunu şaşırırlar?)
Buyurdu ki: (İsmimi duyardı da bu zevat,
Lakin okumazlardı bana bir tek salevat.)
Hazret-i Ebu Bekir buyurmuştur ki yine:
(Salevat okununca Allah'ın Habibine,
Öyle temizlenir ki bundan küçük günahlar,
Su bile, hiç ateşe tesir etmez bu kadar.)
Vaktiyle bir şehirde, salih bir kimse vardı.
Lakin Resulullah'a salevat okumazdı.
Bir gece, rüyasında Resulü gördü, fakat,
O Server, kendisine etmiyordu iltifat.
Dedi: (Ya Resulallah, ey Resul-i mücteba!
Böyle davranmanıza sebep nedir acaba?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki o zaman:
(Hiç tanımıyorum ki, seni ben ey müslüman!)
O kimse ağlayarak dedi: (Ya Resulallah!
Ben, senin ümmetinden bir müslümanım Vallah.
Nasıl olur siz beni hiç tanımıyorsunuz.
Halbuki bir hadiste şöyle buyurursunuz:
Bir babanın, oğlunu tanıyıp bilmesinden,
Daha fazla tanırım ümmetin hepsini ben.
Ben dahi ümmetinden bir kimseyim Vallahi.
Tanımanız lazımdı öyleyse beni dahi.)
Peygamber Efendimiz buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin sen hiç bana, salevat getirmezsin.
Ben ise ümmetimi, bana okudukları,
Salevat miktarınca tanıyorum onları.)
O esnada uykudan uyandı o müslüman.
Ve yaptığı hatayı idrak etti o zaman.
O günden itibaren, her gün, belli bir miktar,
Salevat okudu hep, ta ölünceye kadar.
Bir kaç gün olmuştu ki göreli bu rüyayı,
Bir gece, gördü yine, Resul-i kibriya’yı.
Bu sefer muhabbetle bakıyordu yüzüne.
(Seni şimdi tanıdım) buyurdu kendisine.
Bir gün de, gayet fakir bir kimsenin, bir ara,
İhtiyacı olmuştu beşyüz dirhem paraya.
Bir gece, Resulullah, rüyada o kimseye,
Buyurdu ki: (Git Ebül Hasan-ı Kisai'ye.
O, Nişabur halkından, gayet zengin biridir.
Her yıl, onbin fakiri, parasıyla giydirir.
Benden çok selam söyle, sen o Ebül Hasan’a.
Beşyüz dirhem parayı, söyle de versin sana.
Rüyana inanmazsa, ona de ki, her gece,
Yüz salevat okurken, dün unuttun sadece.)
Fakir, Ebül Hasan'a giderek ertesi gün,
Söyledi kendisine, selamını Resulün.
Lakin o inanmayıp, ilgi göstermeyince,
Ona, bu salevatı hatırlattı hemence.
O zaman Ebül Hasan, fırlayarak yerinden,
Secde-i şükre vardı, sürur ve sevincinden.
Dedi: (Al beşyüz dirhem, sarf eyle bir işine.
Al şu bin dirhemi de, Resulün şerefine.
Çünkü ben inandım ki, doğru imiş o rüyan.
Zira benim sırrımı eyledin bana beyan.)
Peygamber Efendimiz, doğru ve emin idi.
Zaten meşhur lakabı, (Muhammed-ül emin)di.
Resulün baş düşmanı o Ebu Cehil bile,
İtiraf etti bunu bizzat kendi diliyle.
Zira Resulullah'a, o bir gün şöyle dedi:
(Ya Muhammed, biz seni yalanlamıyoruz ki.
Doğru sözlü birisin aramızda çünkü sen.
Yalan söylediğini işitmedik katiyen.
Fakat o getirdiğin bir kitap var ya senin,
Ona inanmıyoruz, sana değil, bilesin.)
Yine Bedir cenginde, henüz savaştan önce,
Bir müşrik, Ebu Cehl’i gece yalnız görünce,
Yanına yaklaşarak, dedi: (Ya Eba Cehil!
Şurada ikimizden başkası mevcut değil.
Sana, gizli olarak bir şey sormak isterim.
Ama doğru cevap ver, çok istirham ederim.)
Ebu Cehil kâfiri, dedi: (Haydi, sual et.
Ben, hakikat ne ise, söylerim sana elbet.)
O sordu ki: (Muhammed, doğru ve emin midir?
Yoksa aldatıcı ve yalancı biri midir?)
Ebu Cehil, o zaman dedi ki cevabında:
(O, doğru söyleyici bir kişidir aslında.)
O, bu sefer sordu ki. (Peki biz, öyle ise,
Niçin savaşıyoruz böyle bir kimse ile?)
Dedi: (Biz, kendisine bir şey söylemiyoruz.
Getirdiği o dini yalnız istemiyoruz.)
Yine henüz imana gelmeden Ebu Süfyan,
Yolu, Rum diyarına uğramıştı bir zaman.
Herakliyus öğrenip, çağırttı huzuruna.
Resulullah hakkında bir sual sordu ona.
Dedi ki: (Sizin bu gün, inkâr eylediğiniz,
Kimseyi, önceden de inkâr eder miydiniz?)
Dedi ki: (Hayır asla, Onu doğru bilirdik.
Onu, her ihtilafta, hakem tayin ederdik.
Çünkü hiç rastlamadık yalan söylediğine.
Bu yüzden inanırdık Onun her dediğine.)
Yine sahabilerden, Nadir bin Haris, gidip,
İnkârcı müşriklerin karşısına dikilip,
Şöyle hitab etti ki: (Yazıklar olsun size!
İman etmiyorsunuz siz Peygamberinize.
Halbuki düne kadar, Ona emin derdiniz.
Her hususta, her zaman, Ona güvenirdiniz.
Herhangi ihtilafla karşılaşınca yine,
Hemen başvururdunuz Onun hakemliğine.
Şimdi O aynı şahıs, Hak’tan emir alarak,
Gelmiştir aranıza bir Peygamber olarak.
Hatta gönderilmiştir, O bilcümle cihana.
Niçin inanmazsınız şimdi aynı insana?)
Peygamber Efendimiz yine günün birinde,
Yalnızca yatıyordu bir ağacın dibinde.
O ara müşriklerden Da'sur adında biri,
Baktı, tenha yerdedir Allah'ın Peygamberi.
Bu müşrik, çok kuvvetli bir pehlivandı yine.
Geldi ses çıkarmadan o ağacın dibine.
Sonra da kılıcını, çekip hemen belinden,
Dedi ki: (Kim kurtarır seni benim elimden?)
Peygamber Efendimiz, soğukkanlı bir tavır,
Alarak, buyurdu ki: (Beni,Rabbim kurtarır.)
O esnada Cebrail görünüp birdenbire,
O müşrikin göğsüne vurarak yıktı yere.
Elindeki kılıç da, yere düştü fırlayıp.
Peygamber Efendimiz, kılıcı yerden alıp,
Müşrikin boğazına dayadı sonra birden.
Buyurdu: (Kim kurtarır seni benim elimden?)
O, yalvaran gözlerle bakıp Resulullaha,
Dedi ki: (Senden başka bir kimse yoktur daha.)
Peygamber Efendimiz, merhamet etti yine.
Buyurdu ki: (Serbestsin, haydi kalk, git evine!)
Müşrik, bu merhameti görüp çok duygulandı.
Peygamber olduğuna pek yakinen inandı.
Kelime-i şehadet getirip sonra hemen,
İmanla şereflenip, oldu sahabilerden.
Ve yine iki müşrik, Amir ve Erbed diye,
Vardı ki, bunlar birgün geldiler Medine'ye.
Gayeleri, Resulü öldürmekti ki hemen,
Plan hazırladılar bunun için evvelden.
Amir, Resulullah'ın önüne gelecekti.
Ve iman ettiğini Ona söyleyecekti.
O esnada Erbed de, arkadan gelip hemen,
Yaklaşıp, kılıcını vuracaktı aniden.
Nihayet Amir geldi, önden tevazu ile.
Müslüman olduğunu arz eyledi Resule.
Erbed de, arkasından yaklaştı o Server'in.
Bir türlü kılıcını vuramıyordu lakin.
Amir, ona gözüyle işaret ediyordu.
(Haydi, ne duruyorsun, vur!) demek istiyordu.
Resulullah anlayıp, buyurdu ki o zaman:
(Korudu Rabbim beni, sizin zararınızdan.)
Oradan ayrılıp da geri geldiklerinde,
Amir, arkadaşına sordu merak içinde.
Dedi: (Ne konuşmuştuk, sen sözünde durmadın.
Niçin ben konuşurken, sen kılıçla vurmadın?)
Dedi ki: (Ne yapayım, ben kılıcı, kaç kere,
Vurmak istedimse de, sen girdin ara yere.
Seni, Onun yerinde görüyordum her sefer.
Seni öldürecektim vurmuş olsaydım eğer.)
Peygamber Efendimiz tevazu sahibiydi.
Yine bu hasleti de büyük ve emsalsizdi.
Şunu teklif etti ki kendine cenab-ı Hak:
(Yap Peygamberliğini ister melek olarak.)
Lakin O, buna bile olmadı müteveccih.
Kul olarak Peygamber olmayı etti tercih.
Yoksul ve fakirlerle oturup kalkıyordu.
Köleler davet etse, kabul buyuruyordu.
Buyurdu ki: (İsa'yı nasıl hıristiyanlar,
Uzun uzun methedip, övüyorlarsa onlar,
Beni de, onun gibi böyle methetmeyiniz.
Bana, Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz.)
Arpa ekmeği ile, içyağından yapılan,
Basit bir yemeğe de çağrılsaydı ne zaman,
Hiç tereddüt etmeden, kabul edip giderdi.
O kimsenin gönlünü yapar, memnun ederdi.
Sırtına, çok sade bir şilte vurulmuş olan,
Bir deve üzerinde Hacca gitti bir zaman.
Oysa fakir değildi o Sevgili Peygamber.
Memleketler fethetmiş, almıştı ganimetler.
Ve hatta bu Haccında, o Peygamber-i zişan,
Yüz besili deveyi etmişti kendi kurban.
Ancak mütevazıydı o Server-i kainat.
Dünyalığı olsa da, etmezdi hiç iltifat.
Nitekim O, Mekke'yi fethettiği gün bile,
Ordusu, ihtişamla giriyorken şehire,
O, deve üzerinde geliyordu o zaman.
Başı öne eğikti yine tevazuundan.
Ebu Hüreyre dahi anlatır ki şöylece:
Çarşıya çıkmış idik ikimiz beraberce.
Pazardan öte beri alıp Fahr-i kainat,
Satıcıya, parayı fazlaca verdi fakat.
Onun bu ihsanından, satıcı memnun kalıp,
Derhal öpmek istedi, ellerine kapanıp.
Lakin Peygamberimiz vermedi buna izin.
Buyurdu: (Bir sebep yok elimi öpmen için.
Çünkü ben, ne melikim ve ne de padişahım.
Ben, sizin içinizden sadece bir insanım.)
Sonra, satın aldığı o şeyleri alarak,
Başladı taşımaya oradan ayrılarak.
Ben taşımak istedim, buyurdu ki: (Her kişi,
Kendisi yapmalıdır kendine ait işi.)
O Server, emin, adil, doğru sözlü idi hem.
İtiraf etmişlerdir bunu da cümle âlem.
Hatta Peygamberlikten önce de, herkes yine,
Hep (Muhammed-ül emin) derlerdi kendisine.
İslamdan önce dahi, her hususta yine halk,
Onun hakemliğine başvururdu muhakkak.
Resulullah bir şeye dokunsa idi eğer,
Anında bir canlılık kazanırdı o şeyler.
Mesela birisinin var idi ki bir atı,
Zayıf olup, yok idi yürümeye takatı.
Bir gün, bu zayıf ata bindi Fahr-i kainat.
Rüzgar gibi koşmaya başladı hemen o at.
O günden itibaren, öyle oldu ki hatta,
Ondaki bu çeviklik yoktu başka bir atta.
Yine Sa'd bin Ubade hazretlerinin dahi,
Bir merkebi vardı ki, uyuşuktu bir hayli.
Peygamber Efendimiz, bir gün de bindi ona.
O anda bir canlılık, kuvvet geldi hayvana.
Eshaptan birinin de, hanesinde bir vakit,
Bir tencere var idi Resulullah'a ait.
O tencere içinde, su bulunduruyordu.
Ve hasta olanlara, o sudan veriyordu.
Peygamber-i zişan’ın bereketiyle hemen,
İçenler, şifa bulur, kurtulurdu derdinden.
Yine Peygamberimiz, bazı Eshabı ile,
Bir kuyunun yanından geçiyordu bir kere.
(Bu su nasıldır?) diye sual etti o Server.
Cevaben kendisine: (Tuzlu sudur) dediler.
Peygamber Efendimiz buyurdular ki: (Hayır.
Tuzlu değil, bilakis çok güzel tadı vardır.)
Vakta ki Resulullah o gün böyle buyurdu.
O su, o günden sonra tatlı ve leziz oldu.
Bir gün de Resulullah, Eshaptan bir zat ile,
Beraberce yatsıyı kılarak cemaatle,
Bir hurma dalı verdi eline o kimsenin.
Buyurdu ki: (Yolunu aydınlatır bu senin.)
O dal ile evine giderken o sahabi,
Aydınlattı önünü o dal bir lamba gibi.
Yine Bedir harbinde savaşırken pek çetin,
Kılıcı kırılmıştı hazret-i Ukaşe’nin.
Resulullah, yerden bir hurma dalı alarak,
Uzattı kendisine hemen acil olarak.
Ve ona, (Al bununla savaş) buyurduğunda,
O dal, onun elinde kılıç oldu anında.
Uzun, parlak ve keskin, kalındı hem de gayet.
Savaştı o kılıçla harplerde uzun müddet.
Peygamber Efendimiz, yine sahabilerden,
Umeyr’in saçlarını okşamıştı küçükken.
Bu mübarek sahabi, geldi seksen yaşına.
Yine de bir tek olsun, ak düşmedi saçına.
Hazret-i Katade’nin yüzüne de, o Server,
Mübarek eli ile dokunmuştu bir sefer.
Onun dahi yüzüne geldi ki bir parlaklık,
Herkesin arasında fark edilirdi artık.
Zaman-ı saadette Rekane adlı biri,
Vardı ki, müşrik olup kuvvetliydi ve iri.
Kiminle güreşseydi, yeniyordu muhakkak.
Çıkmazdı bir güreşten, asla yenik olarak.
Bir gün, koyunlarını güdüyorken sahrada,
Sevgili Peygambere rastladı o arada.
Kibirle seslendi ki Resule ta uzaktan:
(Sen mi ayırıyorsun halkı Lat ve Uzza’dan?)
Resulullah, az daha yaklaşıp sonra durdu.
Ve büyük bir vakarla (Evet, benim!) buyurdu.
O yine gururlanıp, dedi ki: (Beni dinle.
Gel öyleyse şurada güreşelim seninle.
Bakalım ki, hangimiz hangimizi yenecek?
Hangimizin tanrısı ona yardım edecek?)
O Server (Peki) deyip, Rekane'yi tuttu ve,
Havaya kaldırarak, anında vurdu yere.
Şaşırmıştı Rekane, güçlükle kalktı yerden.
Dedi ki: (Bu olmadı, güreşelim yeniden.)
O Server (Olur!) deyip, onu yine tutarak,
Bir daha yere vurdu havaya kaldırarak.
O, şaşkın vaziyette baktı Resulullah'a.
Dedi: (Bu da olmadı, güreşelim bir daha.)
Peygamber Efendimiz, yine kabul buyurdu.
Rekane'yi kaldırıp, bir daha yere vurdu.
Rekane perişandı, dedi ki: (Ya Muhammed!
Mabudun yardım etti, sen galip geldin, evet.
Lakin ne diyeceksin gidince şimdi halka?)
Buyurdu: (Doğrusunu diyeceğim mutlaka.)
Dedi: (Mümkün olmaz mı hakikati demesen?
Zira mahcub olurum yendiğini söylersen.)
O Server buyurdu ki: (Ama ben Peygamberim.
Bende yalan söz olmaz, ben hep doğru söylerim.)
Rekane çok şaşırıp, dedi ki: (Ya Muhammed!
Peygamberlik gücünle beni sen yendin elbet.
Sana ben, şu sürümden vereyim otuz koyun.
Bana galip gelmenin, mükafatı bu olsun.)
(Koyunu ne yapayım?) buyurunca o Server,
(Peki ne istiyorsun?) diye sordu bu sefer.
Buyurdu: (İman et ki, her şeyden daha önce,
Ebedi Cehennemden kurtulasın böylece.)
Dedi ki: (Bunun için mucize göster bana.)
O Server, bir ağacı davet etti yanına.
Ağaç emri dinleyip, huzura geldi hemen.
Resulullah'a doğru eğilerek hürmeten,
Fasih bir lisan ile dedi ki: (Ya Muhammed!
Sen, Allah'ın kulu ve Peygamberisin elbet.)
Rekane bunu görüp, imana geldi hemen.
Kurtardı kendisini ebedi Cehennemden.
Vaktiyle zengin biri, donatıp bir ziyafet,
Çok fakir bir âlimi, evine eder davet.
Âlim gelip oturur, zenginin sofrasına.
Lakin bir lokma bile alıp koymaz ağzına.
Ev sahibi üzülüp, arz eder ki: (Efendim!
Görürüm yemezsiniz, bunu ben merak ettim.)
O âlim şöyle der ki: (Evimde, şu aralar,
Birkaç zayıf ve garib ciğerparelerim var.
Aç ve susuz olarak dururken onlar evde,
Nasıl yiyebilirim bunları ben bu yerde?)
Ev sahibi, bunları âlimden öğrenerek,
Çocuklarına dahi gönderir hemen yemek.
Âlim, ancak o zaman gönül rahatlığıyle,
Zenginin sofrasında başlar yemek yemeye.
Kıyamet gününde de, Rabbimiz, bunun gibi,
Cennete davet eder o Sevgili Habibi.
Lakin girmez Cennete o Server-i kainat.
Zira kalbi, değildir hiç müsterih ve rahat.
Ümmetinden günahı fazla olan kimseler,
Çünkü mahşer yerinde gayet zahmettedirler.
Onları düşünerek o Hüdanın Habibi,
Allah’a yalvararak, arz eder ki: (Ya rabbi!
Ya beni, onlar ile gönder Cehennemine.
Ya da sok onları da, benimle Cennetine.)
Rabbimizden bir hitab gelir ki: (Ey Habibim!
Ben, yalnız senin için Cenneti halk eyledim.
Sen o günahkârların tamamını alarak,
Girin hep Cennetime, birlikte şad olarak.)
Yine Beni İsrail zamanında bir adam,
Vardı ki, günah ile geçmişti ömrü tamam.
Uzun yıllar yaşayıp, sonra da öldü birden.
İlgilenen olmadı kötü bilindiğinden.
Sonradan birkaç kişi gelerek bir araya,
Cesedini götürüp, attılar bir sahraya.
Lakin Musa Nebiye hemence cenab-ı Hak,
Vahyetti ki onunla alakalı olarak:
(Ya Musa, onu gidip güzel kefenleyiniz.
Namazını da kılıp, öylece defnediniz.)
Musa aleyhisselam, Rabbinin bu emrini,
Yaptı ve daha sonra sorunca hikmetini,
Buyurdu ki: (Ya Musa, o, halkın bildiğinden,
Daha günahkârdı da, af eyledim yine ben.
Çünkü o, bir zamanlar baktığında Tevrat’a,
Habibimin methini görmüştü o kitapta.
Kalbinde, Habibime muhabbet hasıl oldu.
O sahifeyi öpüp, sonra başına koydu.
Sevgili Habibime gösterdiği muhabbet,
Sebebiyle ben onu, ettim af ve mağfiret.)
Peygamber Efendimiz, vakarlı idi gayet.
Asla tiksindirici yapmazdı bir hareket.
Eshabı arasında gelip otursa bile,
Hemen ayaklarını örterdi cübbesiyle.
Kolay anlaşılırdı sözleri o Server'in.
Yanında bulunanlar, olurdu gayet emin.
Yani Onun yanında otursaydı bir kimse,
Kalbi çok rahat olup, kapılmazdı yeise.
Eshabı, huzurunda çok edebli olarak,
Gelip otururlardı hiç kıpırdamayarak.
Hatta kuşlar, onları, birer ağaç zannedip,
Omuzları üstüne konarlardı hep gelip.
Lakin o sahabiler yine edeblerinden,
Kıpırdamıyorlardı az bile yerlerinden.
Resulullah, dünya ve dünya lezzetlerine,
Önem ve ehemmiyet vermez idi hiç yine.
Sade bir hayat yaşar, sevmezdi şatafatı.
Ve hep tercih ederdi, mütevazı hayatı.
Vefatında, az arpa kalmış idi evinde.
Zırhı da, rehindeydi bir yahudi elinde.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuşlardır:
(Bu gün, Eshabım için fakirlik hayırlıdır.
Lakin ahir zamanda gelecek ümmetimin,
Zenginliği, daha çok hayırdır onlar için.)
Kendisi, sıkıntıyla yaşamak arzulardı.
Günlerce yemek yemez, sert yatakta yatardı.
Aişe validemiz buyurur ki şöylece:
Yumuşak yatak serdik kendisine bir gece.
Sabahleyin uyanıp, kalkınca Efendimiz,
Buyurdu: (Bu yatağı bir daha sermeyiniz.
Zira bunun yüzünden, gece uyanamadım.
Teheccüd namazını kılmaktan mahrum kaldım.)
Yine Peygamberimiz çok ibadet yapardı.
Farzların haricinde, çok da namaz kılardı.
Mübarek ayakları şişene kadar hatta,
Kıyamda, namaz için duruyordu ayakta.
Dediler: (Hak teâlâ, senin gelmiş, gelecek,
Bütün günahlarını affetti, bu bir gerçek.
O halde, niçin böyle yaparsın çok ibadet?
Ve ne için kendine edersin böyle zahmet?)
Peygamber Efendimiz buyurdu ki cevaben:
(Rabbime şükredici kul olmayayım mı ben?)
Aişe validemiz buyurdu ki: (O Server,
Kalkıp namaz kılmaya başlayınca her sefer,
Onun mübarek göğsü, hemen hırıldıyordu.
Su fokurduyor gibi sesler duyuluyordu.)
İbni Ebi Hale de, ediyor ki rivayet:
(O, hep düşünceli ve hüzünlü idi gayet.)
Peygamber Efendimiz vefakâr idi ki pek,
Bu da, her hali gibi bizlere oldu örnek.
Sahabe-i kiramdan Enes bin Malik der ki:
Bir hediye gelseydi o Server'e eğer ki,
Buyururdu ki: (Onu, filan kadına verin.
Zira arkadaşıydı o kadın Hatice'nin.)
Hatice validemiz onu severdi diye,
Ona gönderiyordu, gelseydi bir hediye.
Nitekim Aişe-i Sıddîka da bu babta,
Diyor ki: (Hatice'ye ediyorum çok gıbta.
Çünkü Resul-i ekrem, ondan çok bahsederdi.
Onu çok sevdiğini zaman zaman söylerdi.
Ve mesela ne zaman kesilseydi bir koyun,
Akrabasına dahi gönderirdi hep onun.)
Hatta Resul-i ekrem, bütün yakınlarını,
Çok sever ve sorardı sık sık hatırlarını.
Hısım akrabasının, razıydı her birinden.
Ve hiç üstün tutmazdı birini diğerinden.
Habeşistan meliki Necaşi’den de bir gün,
Huzuruna, elçiler gelmişti o Resulün.
O elçi heyetine gösterdi çok iltifat.
Hatta hizmet edince onlara kendi bizzat,
Eshap arz ettiler ki: (Siz zahmet etmeyiniz.
Onların hizmetini bizler eda ederiz.)
Buyurdu: (Bu hizmeti siz yaparsınız, ama,
Onlar hizmet ettiler vaktiyle Eshabıma.
Ben, o hizmetlerinin karşılığı olarak,
İstiyorum onlara bir ikramda bulunmak.
Bu yüzden bizatihi ben hizmet ediyorum.
Ve hatta bu hizmetten, büyük zevk duyuyorum.)
Bir gün de Resulullah, savaş esirlerinden,
Süt kardeşi Şeyma’yı tanıdı görüp hemen.
Sevinip, kendisine ikram olmak üzere,
Üstündeki örtüyü çıkarıp serdi yere.
Üzerine Şeyma’yı oturttu sonra derhal.
Ve ona buyurdu ki: (İstersen yanımda kal.
İstersen göndereyim seni memleketine.
İhtiyacın olursa, bana gel ama yine.)
Çok memnun etmiş idi Şeyma’yı bu iltifat.
Memlekete dönmeyi tercih etti o fakat.
Yine Ebu Leheb’in bir azadlı kölesi,
Ve hatta kendisinin birinci süt annesi,
Süveybe hatunun da, evine muntazaman,
Yiyecek ve giyecek gönderirdi her zaman.
O vefat edince de, sordu ki sonra hatta:
(Onun akrabasından kimse var mı hayatta?)
Onlara göndermekti bundan sonra gayesi.
Ve lakin dediler ki: (Kalmadı hiç kimsesi.)
On yaşında bir çocuk, zamanı saadette,
Kaybetti babasını kâfirlerle bir harpte.
Adı Abdullah olup, çok mahzun hali vardı.
Oynayan çocuklara, bakar bakar ağlardı.
Peygamber Efendimiz, geçiyorken o yerden,
Abdullah’ı gördü ve yaklaştı ona hemen.
Buyurdu: (Evladım sen, niçin oynamıyorsun?
Ve niçin bir kenara çekilmiş ağlıyorsun?)
Dedi ki: (Şehid oldu bir cenkte benim babam.
Bu yüzden onlar gibi sevinip oynayamam.)
Resulullah, şefkatle sordu ki ona yine:
(Sen kardeş olur musun Hasan ve Hüseyin'e?)
Çocuk (Evet) deyince, sordu ki sonra şunu:
(İster misin olasın Peygamberin torunu?)
Sevinip, (Çok isterim) deyince de Abdullah,
O zaman buyurdu ki yetime Resulullah:
(Ey Abdullah, öyleyse torunumsun sen benim.
Haydi gel, tut elimden, bizim eve gidelim.)
Abdullah, o Server'in bir elinden tutarak,
Yürüdü Onun ile çok sevinçli olarak.
Sevgili Peygamberin evinde çok mutluydu.
Yetimliği unutmuş, artık ağlamıyordu.
Sonra güzel bir kaftan giyinip üzerine,
Resulden izin alıp, geldi oyun yerine.
Lakin ağlamıyor ve sevinçten hopluyordu.
(Ben, Peygamberimizin torunuyum) diyordu.
Çocuklar, Abdullah'ın yanına seğirterek,
Ona şöyle dediler çok gıbta eyleyerek:
(Ey Abdullah, bizler de keşke yetim olsaydık.
Kavuştuğun şerefe biz dahi kavuşsaydık.)
Hazret-i Aişe de anlatır ki şöyle hem:
Benimle otururdu bir gece Fahr-i âlem.
Başını, kucağıma koyuverdi bir ara.
Ben (Ay)a bakıyordum, O ise (Yıldızlar)a.
Resulün nur cemali, dolunaya nazaran,
Daha parlak ve nurlu göründü bana o an.
Kendimi tutamayıp, ağlamaya başladım.
Damladı nur yüzüne, iki damla gözyaşım.
O zaman buyurdu ki o Resul-i mücteba:
(Ya Aişe, ne için ağlıyorsun acaba?)
Dedim: (Ya Resulallah, Ay'a baktım ve lakin,
Ay’dan nurlu göründü, bana senin cemalin.
Senin güzelliğini görmekten mahrum olan,
Kimseleri düşünüp, ağlıyorum ben şu an.)
Allah'ın Peygamberi buyurdu: (Doğru dersin.
Ve lakin bu hususta niçin hayret edersin?
Zira ay ve güneşin nurunu da evvela,
Bil ki, benim nurumdan yarattı Hak teâlâ).